4 Temmuz 2012 Çarşamba

İSMET ÖZEL YAZILARI -11-

SÜTÜ BOZUKLARDAN BİRİ OLMADIĞINIZI VARSAYARAK

Haftada bir yayınlanan bu yazılarıma mektup adını vermek hoşuma gidiyor. Yaptığım iş resmiyetten, hani hep karşımıza baskı doğurucu bir türde çıkan o resmiyetten arınsın, kağıda döktüğüm sözler kabul edilebilir bir biçim hatırına harcanmış sözlerden daha farklı ve üstün olsun istiyorum.

Niçin?

Kafamdan sevdiklerime ve hattâ akrabalarıma hitap ettiğim düşüncesini henüz eksik etmediğim için. “Henüz” diyerek bir zaman sınırlamasına göndermede bulunuşumun yani kafamdan akrabalarımla sohbet ettiğim fikrini sileceğimi yahut nesir yazmayı hepten terk edeceğimin vakti gelebileceğini imâ edişim yazarlık mesleğine hangi sebeple intisap ettiğimle ilişkilidir. Yazarlık mesleğine intisabımın ise Müslümanlıkla ve şahsen benim ihtida edişimle doğrudan bağı var. İzah edeyim: Kendini bilen insanlar arasında soy şairlerin en imrenilecek mevkii tuttukları bir kültür içine doğdum. Türk edebiyatında bütün eserlerin aristokratça ilişkiler içinde değerlendirildiği bir çağdı. Kendini bilmeyenler her zaman olduğu gibi o zaman da vardı. Kendini bilenlerin onları, yani yetersizleri hoşgörü ile karşılamalarının sebebi, sağlamı çürükten ayıracak ölçülerin edebiyattan anlayanların elinde bulunmasıydı. Bu şartlar atında kendi kendini seçmiş seçkin bir çevre adeta sanat komiserliği yapıyordu.
1963 yılında Nâzım Hikmet’in şiirlerine nasıl burun kıvrıldığını, 1967 yılında “Sabah şairin üstüne saldırıyor mısraını yazmış olmamın cüretkârlık gibi yorumlandığını, kendimi şimdiden şair olarak adlandırmakta pervasız addedildiğimi hatırlıyorum.

Yıllar boyu Türkiye’de kendini bir değerler ıskalası oluşturma çabasına adamış insanların maruz kaldığı acımasız çalkantı modernlik kültürü içinden süzülüp gelen aristokratça ilişkilere tedricen son verdi. Benim ihtidam andığım ve artık son bulmuş olan sürecin tam ortasında gerçekleşti. Modernliğe haklılık kazandıran her şey baş aşağı gidiyor ve Türkiye kocaman bir şişeye doldurulmuş zeytinyağı ve sirkenin uzaktan bakılınca aynı sıvı gibi algılanmasına yol açacak şiddette çalkalanıyordu.
Bu durumda Türk toplumunu sıhhat kazanması için muhtaç olduğu ayırımlardan haberdar etmek bir görevdi. Kültür ve siyasetin sol kanadında yer alanların tekebbürü ve sağ kanattakilerin de fırsatçılığı aleyhine bir şeyler yapılması gerekiyordu. Gerekeni kim yapacaktı? Şiir alanında sahip olduğum mevkie istinaden bunu ben yapabileceğimi düşündüm. Bir başkası düşünüp de bana iş buyurmadı. Üstelik yazarlık mesleğine adım atmam sebebiyle kimse benden bir işlevi yerine getirmem isteğinde bulunmadı, ben de kimseye neyin peşindeyse yürüttüğü o işe destek olacak bir hizmet sunma girişimi içine dalmadım.

Şiir dışında bir şeyler yazmış olmam anlamsızlığa gark olmadı. Devamlı veya mevsimlik okuyucularımın doğmuş bulunması Türkiye’de “eski hamam, eski tas” denilmesine cevaz vermiyor. Yine de sarih bir şekilde biliyorum ki benim yazarlığım Türkiye’deki düşünce hayatında hiçbir tashih edici etki uyandırmadı. Uyandırabilir miydi?
Bunu bilemeyiz. Bildiğimiz şey sol kanattaki tekebbürün ve sağ kanattaki fırsatçılığın Türkiye’yi felâkete sürüklediğidir. Yayınladığım kitaplar halen “satıyor” olsa da Müslüman bir yazar olarak ben kadük (caduc) kaldım ve Türkiye uğradığı felâketin ne olduğu hususunda bile gaflete dalmış insanlarla tıka basa doludur. Bu durum dolayısıyla ah ü vah ettiğimi sanmayın.
Çünkü yazarlığımı hiçbir zaman bir misyonerlik gibi görmedim. Benim yazarlığım bunca yıl benim bencilce yürüttüğüm bir iş olarak süregeldi. Eğer rızkımı temine yaramasaydı bu işe elimi sürmezdim. Geçimimi yazarlıktan temin ettiğim halde nabza göre şerbet vermemiş olmaktan gurur duyuyorum.
Hele dikkatler gönül eğlendirici şeylerden bahsederek vakit geçirmediğime çevrilecek olursa talihli bir yazar olduğum bile söylenebilir. Cuma Mektupları vesilesiyle ne ben, ne de okurlarım gönül eğlendirmiş oluyor. Sadece insanlara mahsus bir iletişime yönelmiş olmak kâfi değil mi? Yazdıklarım sebebiyle beni arayan, benden mektup bekleyen birileri varsa, onlar bilsin ki ben de onları arıyorum; benim de bir noksanım onlara hitap ettiğim, edebildiğim nispette giderilmiş oluyor.

Solcuların tekebbüründen, sağcıların fırsatçılığından hiçbir şey eksilmedi. Neden?
Çünkü her iki kanat da Türkiye’nin yön tayin edici değeri olarak İslâm’ı tanımamakta ısrar ediyor. Solcular Türkiye üzerindeki kâfir hakimiyeti arttıkça yerlerini sağlamlaştırmaktan dolayı her gün biraz daha kâfir hakimiyetinden doğan rantı gasp etme fırsatçılığından besleniyor. Ben şimdiye kadar ne yazdımsa yazdıklarımı okuyanların sütü bozuklardan biri olmadığını varsayarak yazdım.
Sonunda tekebbüründen vazgeçmeyen solcuların ve fırsatçılığın kârını azamiye çıkarmayı bilen sağcıların halkı tesir altında bırakma yarışında birbirlerini geçmek suretiyle mesafe kat ettiklerine şahit oldum. Benim Türk/gâvur ayırımını vurgulayarak anlatmaya çabalamam sanki bir patinaj. Yine de ben yazdıklarımın helâl süt emmişlere ferahlık sağladığı ferahlığını hissediyorum. Meselâ şöyle şeylerin:

Türkçe deyimler arasında yer alan “suya sabuna dokunmamak” bir yandan insanın bulaşmaz kalması tavsiyesini akla getiriyor; ama öte yandan pis kalmayı, pisliği olduğu gibi bırakmayı, dünyanın kiriyle baş etme çabasından uzak durmayı öneriyor.

Öyle ya, suya sabuna dokunursak ya kendimizi, ya kendimize ait bir şeyi temizleyip arıtma veya kendimizin dışında olsa bile elimizin ulaşabileceği bir şeyin temizlenmesine emek harcama sürecini başlatmış olacağız. Buna karar verdik diyelim. Madem suya sabuna dokunmamak dünyadaki kirli işlerin devamını kolaylaştırıyor ve bizim gönlümüz de bu edilgin konumun doğurduğu suçu yüklenmeye razı değil; o halde suya da sabuna da dokunacağız. Acaba su ve sabun onlardan beklediğimiz sonucun elde edilmesine kâfi gelecek mi?
Yoksa suya sabuna dokunur dokunmaz temizleme ve temizlenme fırsatını büsbütün kaçıracak mıyız?

Dünyada pis işler dönüyor. Eğer gemisini kurtaran kaptan düşüncesiyle hareket etmeye kalkışır ve oynanan oyundaki sayı yapan elemanlardan biri olmaya çabalarsak bizim de bu pis işler içine dalmaktan başka bir çaremiz olmadığını göreceğiz. Yok eğer, sayıyı kim yaparsa yapsın, dünyada dönen kirli işlere bir yenisini biz kendi elimizle ilâve etmeyelim demişsek, işte o zaman suya sabuna dokunmadan hayatımızı idame ettirmenin bir yolunu aramayı seçmiş olacağız. Diyelim ki seçtiğimiz bu tutum bizi cinayet işlemekten alıkoydu.
Yine de bizim cinayete seyirci kaldığımız gerçek değil mi? Dünyada pis işler döndüğünü bilmeseydik kimsenin tavuğuna kışt demeden yaşıyor olmanın gönül ferahlığını duyabilirdik. Halbuki bizim kışt demediğimiz o tombul tavuk yetimin hakkı olan daneleri bizim duyarsızlığımızdan, bizim aldırışsızlığımızdan, bizim yumuşak başlılığımızdan ötürü gövdeye indiriyor.

Ne yapalım? İki pislikten biri içinde bulunmak açmazına mı düştük? Dünya hayatı içinde önemli bir yer sahibi olmak istiyorsak bunu kendi elimizden bazı pislikler sâdır olmadıkça yapamayacağız. Çünkü bize koşulan ve bizim de kabullendiğimiz şartlar öyledir ki dinsizin hakkından ancak imânsız gelebiliyor. İmânımızı feda etmeye yanaşmadığımız için dinsizin egemenlik alanını günden güne genişletmesi karşısında sesimizi çıkarmıyoruz.
Yani elimizi pisliğe bulaştırmadan yaşamanın yolu çirkefin olduğu yerde kalmasına rıza göstermekten geçiyor.

Demek ki mesele bize koşulan şartlarda ve bizim onları kabul edişimizde; daha doğrusu bize şart koşulmasına fırsat verecek bir hayattan başkasını bilmeyişimizdedir. Hakikat şu ki açmaz sadece ahiret yurdunun hayrına bigâne kalanlar içindir.
Dinsizin hakkından gelmek diye başlı başına bir işlev icat edenler onlardır ve onlar dinsizin hakkından gelinse de gelinmese de imân edenlerin birbirleri için değer ve önem sahibi olduğunu bilmezler.

(Gerçek Hayat, 14 Şubat 2003 tarihli Cuma Mektubu)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder