19 Ağustos 2012 Pazar

DÜNYA'ya ÇARPMAK../



Nerede bir cenaze görsem, vaktim müsaitse eğer, hemen cenazenin peşine takılıyor,
namazını kılıyor, hakkımı helâl ediyor, mezarlığa gidiyor,gömülene kadar rahmetlinin
yakınıymış gibi davranıyorum.
Bir cenaze daha. Cenaze arabası önden gitti, yirmi kişi olan bizler, camiye yürüyerek
 gittik. Yolda, döviz bürosunun önünden geçerken, neredeyse herkes, başını döviz
bürosunun elektrik panosuna çevirdi ve o ân grup biraz yavaşladı. Ben hemen
önümdeki hacı amcaya çarptım. Aslında hacı amcaya değil ben, dünyaya çarptım../

İbrahim Tenekeci

4 Temmuz 2012 Çarşamba

İSMET ÖZEL YAZILARI -27-

MİLLİ MUTABAKAT MI,MİLLETÇE İNTİBAK MI?

Altmışlı yılların başlarındaki en büyük tartışma Türkiye'nin dış ticaret açığını kapatmak, bütçesini denkleştirmek ve ekonomik hayatını başka ülkelerin gölgesinde sürdürmekten kurtarmak için öncelikle sanayii ürünleri imalatına mı yoksa turizme mi yatırım yapılması gerektiği üzerinde yürütülen tartışmaydı. 



Sanayii lehine bir millî mutabakat sağlanmak üzere olduğu (O günlerin basınında yer alan haberlere göre Dünya Bankası cıvata imaline hasredilmek üzere kredi vermeyi reddediyor, lüks bir otelde kullanılmak üzere pahalı porselenlerin ithaline yarayacak krediyi seve seve Türkiye'ye takdim ediyordu.) fark edildiğinden olsa gerek, nasıl olduysa oldu, el çabukluğuyla turizm lehine milletçe intibak sağlanmış gibi bir durumla karşılaşıldı. Bu durumu husule getiren kimdi? Parmakla gösterilir gibi değil. Aradan kırk yıl geçti. Sonuçta Türkiye'nin dış ödemeler dengesine ağırlıklı olarak tesir eden meşru (!) kalemler ikiye indirgendi: Tekstil ve turizm. Bu iki kalem hem işleyiş süreçleri ve hem de etki uyandırma potansiyeli itibariyle tamamen dışardan, Türkiye'nin dışından kontrol edilebilir özellikteydi. 

Geçmişte ne olmuşsa olmuş. Hepsi geride kaldı. Bu cümleleri sarf etmekte serbestsiniz. Ne var ki hiç olmazsa bugünden söz ederken kelimeleri, ifadeleri, ibareleri yerli yerince kullanmaya gayret gösterin. Geçmişi tamir etmek diye bir şey yok; ama ebeliğiyle görevli olunan bir doğumda çocuğun sakat doğmasına meydan vermeme sorumluluğu diye bir şey var. Kemal Derviş hitama erdirmek istediği işlerin yoluna girmesi için millî mutabakat gerektiğini söylüyor. 

Kelime seçiminde ciddi bir hata yapıldığı kanaatindeyim. Kemal Derviş ve onun görevini başarıyla sona erdirmesini arzulayan herkes iktisadi tedbirlerin toplum yararına sonuç vermesi hususuna milletçe intibak etmemizi istiyorlar. Milletçe intibak vakıasına itiraz etmeyebiliriz; ama "millî mutabakat" hem maddesi, hem mânâsı büyük bir iş. Onu tarihimizde sadece bir kez, İstiklâl Harbi sırasında yaptık. İstiklâl Marşı erdiğimiz mutabakatın senedi olarak bugünlere kalmıştır. Nelerde mutabakat sağlandığı o metne bakılarak anlaşılabilir. 

İstiklâl harbimizin öncesinde ve sonrasında millî mutabakat sağlamadığımız halde milletçe intibak ettiğimiz çok sayıda, yığınlarca iş var. Sözgelimi kısa bir süre sonra internete milletçe intibak ettiğimiz zaman bu alanda bir milli mutabakat hasıl olduğunu söyleyenler abesle iştigal etmiş sayılacaklar. 
Kemal Derviş tam da bir Dünya Bankası yetkilisinin ağzına yakışan dille Brezilya'nın millî mutabakat sayesinde krizden sağ salim (?) çıktığını ve Endonezya'nın millî mutabakat sağlayamamak yüzünden hâlâ bocaladığını söylüyor. Daha sağlıklı ve aklı selime uygun ifade şöyle olabilirdi: Brezilya'nın kültürel yapısı milletçe dünya sisteminin isterlerine intibakı sağlamaya elverişlidir; Endonezya ise dünya sisteminin isterlerine milletçe intibak temin etmeye elverişli bir kültür donanımına sahip değildir. 



Yeni Şafak
3 Nisan 2001 

İSMET ÖZEL YAZILARI -26-

BAŞINII ÖRTEN KIZLAR FELSEFE BİLMELİDİR

Hükümranlığı altında bulunduğumuz medeniyet çerçevesinde erkekler günlük hayatlarını sürdürmekte iken Müslüman kimliklerini dışa vurmak mecburiyeti altında kalmıyorlar. Buna mukabil muasır medeniyet yapısına kadınları ve kızları ancak Müslüman kimliklerini dışa vurmadıkları taktirde dahil edebileceği şartını koşuyor. 



Demek ki medeniyetin hayat sahasında cereyan eden faaliyetlere intibak edip etmemek ilk ve görünür planda erkeklere değil, kadınlara mahsus bir meseledir. Müslüman kimliğin dışa vurulmasıyla medenî hayatın hakkıyla yaşanması arasında nizâ var. Nizâcılık edenleri teşhis etme durumunda kaldığımız zaman karşımızda önce bütün kurumlarıyla tam kadro çalışan "medeniyet"i ve sonra medeniyetin bünyesinde yer almak isteyip de başını örtmekten vazgeçmeye yanaşmayan kadın ve kızları buluyoruz. 

Başörtüsü Müslüman kimliği dışa vurmanın yegâne belirtisi olarak kaldığı sürece tesettüre riayet eden kız ve kadınların hikmet sevgisine ihtiyaçları vardır. Açıkçası, başını örten kızlar felsefe bilmelidir. Aksi taktirde iç huzuru nedir hiç bilmeyeceklerdir. Felsefe bilmedikleri sürece kendileri huzursuz oldukları gibi, temas kurdukları ortamlarda da huzursuzluk çıkaracaklardır. Felsefe bildikleri taktirde başını örten kadın ve kızların bildikleri felsefenin ne olduğu bir ilgi odağı haline gelecektir. 

Onların bildiği felsefe yüzünden medeniyetin akış istikameti yeniden bir değerlendirmeye tâbi tutulacak ve başörtüsünün kendine biçtiği yeri hak edip etmediği tartışılacaktır. Bu münasebetle şimdiye kadar erkeklerin Müslüman kimliklerini dışa vurmaksızın muasır medeniyete dahil edilmelerinin hikmeti de anlaşılacak. 

Başını örten kızlar ve kadınlar gönüllerinde hikmet sevgisine yer vermeden, zihinlerini felsefeyle meşgul etmeden yaşasalar daha iyi olmaz mı? Bu soruya cevap verebilmemiz "iyi"den ne anladığımız açıklandığı zaman mümkün olabilir. Yine de felsefe bilmeden başını örtmeye müsait toplum alanları bulunduğunu biliyoruz. Eğer bazı kızların ve kadınların başlarını örtüyor olmalarının sebebi babalarından, ağabeylerinden, nişanlılarından, kocalarından aferin almaktan ibaretse veya tam tersine kızlar ve kadınlar babalarının, ağabeylerinin, nişanlılarının, kocalarının gözünü boyamak için başlarını örtüyorlarsa bunların hiçbirinin felsefeye bulaşmasına gerek yoktur. Bu durumda diyeceğiz ki muasır medeniyet kıskaca aldığı erkeklerin sevk ve idaresinde başını örten kızlardan ve kadınlardan destek görmektedir. 

Eğer başını örten kadın ve kızlara toplum içindeki işlevlerini başörtüsü takmaksızın yerine getiren kadınların davranış kalıpları örneklik ediyorsa felsefeyi yine araya sokmanın bir âlemi yok. Çünkü bu durumda başörtüsü ile Müslüman kimliğin dışa vurulması arasındaki irtibat kaybolmuştur. Zihni başını örtmenin hikmetiyle meşgul olmayan bir kadının veya bir kızın gönlünde hikmet sevgisinin yeşermesine de ihtiyaç kalmamıştır. 


Yeni Şafak
5 Ocak 2001

 

İSMET ÖZEL YAZILARI -25-

BİZDEN KORKANLAR SİZİ SEVİYOR

Sosyalistler, Türkçüler ve İslâmcılar hay huy içinde geçen son kırk yıl süresince güçlü bir "biz" sahibi olamadı. Bir gelişmeye talip olarak yürüyüşe geçtikleri zamanlarda önlerine çıkan her mania onları onarılamayacak derecede parçaladı. Kariyerizm illeti ideologi ortaklığını görünmez hale getirdi. 

Yalnızca öbekler oluşturmak suretiyle parçalanmadılar, aynı zamanda her kafa bir baş olma iddiası taşıdı ve bildiğini okudu. Bildiği neydi acaba? Geçen kırk yıl boyunca ideologi takipçileri düşüncenin ve düşünmenin kendilerine muhtemel katkısını küçümsedikleri kadar hiçbir şeyi küçümsemediler. 

Düşünce merkeze alınmadığı için düşüncenin muhiti de doğmadı. Sosyalistler, Türkçüler ve İslâmcılar vurgulandığı zaman kendi üstünlüklerini hissettirecek bir "biz" alanına işaret edemediler. Çünkü kendi aralarında her şeyin bir yeri olduğunu tespit eden bağı kuramamışlardı. Her şeye bir yer temin edilemeyince herhangi bir şeyin de kendi yerinde bulunması imkânsızdı. 



Sosyalistler, Türkçüler ve İslâmcılar son kırk yılda çok farklı sebeplerle bile olsa fincancı katırlarını ürküttü ve bunun sonucu olarak ölçüleri birbirinden çok farklı olsa bile her ideologi sahibi sopalandı. Sopa yemeyenler olduysa, onlar fincancıya alenen veya gizlice kendisinin fincancının karşısında yer alan tarafa mensup olmadığını beyan edenlerdi. Hasılı kelâm, Türkiye'nin toplum yapısının adı konulmuş bir şekle girerek düzeleceğine inanan kim varsa kendilerine sopa korkusundan "biz" diyemez oldular. 

Demek isteselerdi zaten öne sürecekleri bir "biz" elde edememişlerdi. Bütün bir kampa mahsus bu başarısızlık hem sosyalistlerin, hem Türkçülerin ve hem de İslâmcıların fazladan birer maske edinmesini kolaylaştırdı. Mazeretleri şuydu: "Sopa yemekten korktuğumuz için değil; dile getirmeye müsait bir "biz" olmadığı için bizden bahsetmiyoruz." İleri sürdükleri akıllara sezâ bu gerekçe bir yandan düşük bir ahlâkı, diğer yandan düşük bir statüyü belgeliyordu. Çünkü bir türlü punduna getirip biz diyemeyenler fincancı tarafından kendilerine siz denilmesinden mazoşist bir zevk alıyorlardı. 

Eğer bu saatten sonra biri kalkıp sosyalistlere, Türkçülere ve İslâmcılara onları istiskâl edercesine "siz" derse hiçbir sosyalist, Türkçü veya İslâmcı bu hitap tarzına itiraz etmiyor ve belli etmese bile bundan memnuniyet duyuyor. Bu memnuniyetin birinci sebebi insanların hiç statüsüz kalmaktansa düşük statüye razı olmak eğilimidir. 

Yani insanlar hiç bilinmemektense kötü bilinmeyi tercih ederler. Kırk yılı geride bıraktıktan sonra kalıntı sosyalistlerin, kalıntı Türkçülerin ve kalıntı İslâmcıların "biz"den korktukları halde "siz"i sevmelerinin benimsedikleri ahlâkı ifşa eden ikinci ve asıl sebebi Türklere mahsus gündelik hayatın akışı sırasında kamu gözünde bir kampa ait olunduğunun farz edilmesiyle birlikte hâlâ istifadeye mazhar bir şeyler kaldıysa onu kaçırmamak, avantadan mahrum kalmamak endişesidir. 

Yeni Şafak19 Ocak 2001 

İSMET ÖZEL YAZILARI -24-

ŞİİR BAŞKALDIRANLARIN,BASKIYA,ZORBALIĞA KARŞI KOYANLARIN SESİDİR

Başlangıcından beri şiir başkaldıranların, baskıya, zorbalığa karşı koyanların sesidir. Haksızlığa uğrayanların bir haykırışıdır şiir. Bu yargılara iki yönden itiraz gelebilir. 

Önce şiir okuyucularının, şiiri önemli sayanların sayıca hep az oldukları, küçük azınlık teşkil ettikleri, oysa haksızlığa uğrayanların şiirle içli-dışlı olanlara kıyaslanamayacak kadar çok sayıda olduğu öne sürülerek baskıya karşı koyanların sesi olma vasfının şiire ancak temsili mahiyette yakıştırılabileceği söylenebilir. 



Hâlbuki bu düşünceler yanlıştır. Bir kere haksızlığa uğrayanlar çok sayıda değil, az sayıdadır. İnsanların çoğu görünüşte kendi karşılarında yer alanlarla işbirliği halindedirler. Kaldı ki insanların çoğu uğradıkları neyse ona “müstehak”tırlar. Doğru karşısında duyarlı olan, haklı olanın yerine getirilmesi için titizlik gösteren insanlar her zaman azınlıktadır. İnsanlar arasında üstün bazı değerlerin, bazı güzelliklerin, ortalama duyguların üstündeki bazı tatların peşinde olanlar aramakla bulunacak kadar azdır. Baskıya, zorbalığa karşı koymak bu az sayıdaki insanların işi olsa gerek. Doğrusu bu başkaldıranlar şiirin gerektirdiği içtenliğe ulaşabilirler.

Şiirin başkaldıranların sesi olduğu yargısına bir başka itiraz da şiirin sunduğu gerçeklikle yeryüzünde yürürlükte olan gerçeklik arasında bir mesafe bulunabileceği, daha açıkçası insanın pek “ince” yanına seslenen bu sanatın dünyanın “katı” zorluklarıyla baş edemeyeceği, başkaldırı yükünün şiirin omuzlarına çok ağır geleceği biçiminde sunulabilir. Bu itiraza cevap verirken şiirin bizatihi bir “kılıç” olmadığı hususunu hatırlatmak isterim. Şiirin yapısı zaten bir eylem kılavuzu olmasına engeldir, eğer başkaldıranların sesi olmak bir hareketin sözcülüğünü üstlenmekse o hareketin niçin böylesine “dilsiz” bir sözü seçtiğine şaşılabilir.

Şiir başkaldıranların, haksızlığa uğrayanların sesidir, evet; çünkü şiir çoğunluğun kabullerindeki hapishaneyi, herkesin rahatlık duyduğu değerlerdeki işkence aletini görebilme ayrıcalığına sahip insanların yakınlık duydukları bir etkinliktir. Şiir okumak bu büyük hapishanedeki kardeşlerin birbirlerinden haberleri olmalarına, işkenceye birlikte direnmelerine yarar.

Şiir, kuralların kişiliksiz yapısını yıkmak isteyenlerin, her zaman bir tazelik olma imkânını arayanların, taze kalabilenlerin bölgesinde tutunmakta ısrar edenlerin sesidir. Yaşayan olmak, somut yaşama alanında kalmak, zorbaca benimsetilmek istenen kuralların dışında olmak demektir. 

Standart ölçülerin benimsenmesi, şiire düşman olmak, soyutlamaların yok edici bölgesinde erimek demektir. İçinde bulunduğu durumu zihnen doğrulamaktan başka çıkar yol bulamayan insan, yani bütün imkânın yaşanmakta olandan ibaret olduğunu kabul eden ve bu kabulü “tarihin akışı”, “objektif koşullar”, “insanlık ideali”, “tanrısal ilke” gibi soyut, baskıcı kavramlarla haklılaştırmak isteyen insan, yeryüzündeki bütün pislikleri üzerine almaya hazırlanmış, bütün zorbalarla işbirliğine önceden razı olmuştur. Şiir ise peşin soyutlamaların uğruna somut hakikatleri feda etmez.



(Şiir Okuma Kılavuzu’ndan)

İSMET ÖZEL YAZILARI -23-

BİR MODA GELİR BİR MODA GİDER

Yalnızca giyim kuşamın değil aynı zamanda davranış ve düşüncelerin de modası vardır. Ne ki kolayca değiştirilebilir onun modası kısa sürer. Elbise modasının altı ayda bir değişmesinin ve buna mukabil insan huylarının hiçbir modaya tâbi olmayışının sırrı buradadır. Huylarımız değişmediği halde düşünce ve davranışlarımızı modaya uydurabiliriz. Ne var ki şimdilerde düşünce ve davranış modası bakımından büyük bir sıkıntı yaşanıyor.



Yirmi birinci yüzyıla yani Hıristiyan çağının üçüncü milenyumuna girilirken düşünce ve davranış bakımından herhangi bir baskın moda eğiliminden bahsetmek mümkün değil. Daha doğrusu, kafası olan herkesin kafasına göre “takılması” moda. Kafasızlar da her kafalıdan birinin modasına uyacak. Zaman bu zaman.

Biz Türkler modasızlık çağına iki düşünce ve davranış modasını eskitmiş olarak giriyoruz: Sosyalizm (1960-1980) ve İslâmiyet (1980-2000). Birbirini takip eden yirmişer yıllık iki moda Türk toplumunu meşgul etti. Sosyalizm ve İslâmiyet gibi tarihte kökleri ve temelleri yer kaplayan insan yaklaşımlarına “moda” vasfı yakıştırmak uygun mudur? Elbette değildir. Ne sosyalizm, ne de İslâmiyet insan için heva vü heves konusu olacak uğraşı alanları açmaktadır.

Bunlar insanın sınırlı bir zaman dilimi içinde toplum tarafından yadırganmayı önlemek için üstüne iliştirip sonra onu başka düşünce ve davranışlarla ikame edebildiği yaklaşımlar değildir. Sosyalizm ve İslâmiyet bünyelerinde moda haline gelmeye müsait vasıflar barındırmaz. Fakat Türkler her şeyi, sosyalizmi ve İslâmiyet’i bile moda şekline sokacak derecede ayran gönüllüdür. Türkler “âlemle gelen düğün bayram” dedikleri için sadece modaya kapılmakta geç kalmaktan korkarlar. Düşünce ve davranışlar bakımından Türkiye’de hep “heyelân” olur.

Türklerin sosyalizmi ve İslâmiyet’i moda durumunda kavradıklarını nereden anlıyoruz? Gerek düşünce ve gerekse davranış itibariyle Türk toplumu katında sosyalizme ve İslâmiyet’e dayanma noktası sağlayabilecek hiçbir büyük isim çıkarmayışlarından. Türkiye’de 1960-1980 yılları arasında sosyalist iddialarla öne fırlayanlar aralarından bir Plehanov, bir Gramsci çıkarmak şöyle dursun sosyalizmi birinci elden öğrenme gayreti bile göstermediler.

Öyle ki okuduklarına, yaptıklarına bakıldığı zaman sanki onlara bi modaya uyma başarısından fazlası gerekmiyordu. Karşısında olmaları gerekenlerin maşası olduklarını ya bilmek istemediler veya bilmeyecek kadar zavallıydılar. İslâmiyet’i moda durumunda kavrayanların vaziyeti sosyalistlerinkinden daha içler acısıydı. Çünkü bunların zihin kapasiteleri nedense bir namaz hocası risalesini aşabilecek seviyeye yükselmemişti.

Onları aralarından hangisi olursa, bir İbn Rüşt, bir Gazzali çıkarmadıkları suçlamasına muhatap kılmak saçma olur. Sadece İslâmiyet’in kökleri ve temelleri konusunda düşünmeye ve bilgilenmeye açık bulunmaları yeterdi. Oysa aşkınlığa varan her zihin faaliyeti onlarda namaz hocası zihniyetini kaybetme korkusu uyandırdı. Moda olarak İslâmiyet’in yandaşları namaz hocasındaki içkinliğe de talip değildi. Eğer olsalardı namaz hocası bilgilerine sadakat gösterir ve baskın hayat tarzı yerine namaz hocasıyla uyumlu bir yaşama biçimi elde etmeye dönük bir ömür sürerlerdi.

 
Millî Gazete / 15.1.2001

İSMET ÖZEL YAZILARI -22-

UYKUNUZU GETİRMEK İÇİN

Franz Schubert "İnsanlar bestelerimden zevk alıyor; halbuki onlarda benim sadece acılarım var" demiş. 

Bence Schubert de boş konuşmuş. İşittiğime göre Schubert'in Opus 163 Son Beşlisi Wittgenstein'in en sevdiği esermiş. Demek ki sanatçıyı besleyen kaynağa uzanma gayretini gösteren nasıl olsa bir gün bulunur.

Bu gibileri savaşı önleme ukalâlığına heves etmez. Gidip savaşırlar. Nitekim Cihan Harbi ilân edilince "Savaş hayatımı kurtardı" demiş Wittgenstein, "savaş çıkmasaydı ne yapacağımı bilmiyordum". Derhal Cambridge'i terk edip topçu subayı olarak Avusturya-Macaristan ordusuna gönüllü yazılmış. Bir topçu subayı olarak çok parlak atışlar yapmış. İtalyanlar tarafından esir alındığında sırt torbasında "Tractatus"un müsveddeleri varmış.

* * *

Son günlerde dilime takılan şarkılardan biri sûzinâk makamında. Bestecisi Hafız Yusuf Efendi hakkında hiçbir bilgim yok. Başvurduğum "Güfteler" kitabı güftenin Tevfik Fikret Bey'e ait olduğunu söylüyor. Ünlü şair Tevfik Fikret'in bir şarkı sözüyle mi karşı karşıya kaldım? Bunu araştırma imkânı elime geçmedi. Aşağıdaki sözleri bildiğimiz Tevfik Fikret yazdıysa şarkının günümüz şartlarında beni neden etkilediğini, giderek beni vurduğunu kendime açıklamam daha kolay: "Neş'eyâb etmekte hüzn-ü kalb-i nâşâdım seni / Sen benim gerçek adüvv-ü kalb-i nâşadım mısın? / Mâil-i hâb eyliyor dil sûz-i feryadım seni / Söyle Allah aşkına mahzûz-u feryâdım mısın?"

Nazmı nesre çevirme cürmünü işleyelim ve bu şarkı sözünün aşağıdaki anlamı taşıdığını varsayalım: "Kederli kalbimin hüznü seni keyiflendiriyor /Sen benim kederli kalbimin gerçek düşmanı mısın? / Yürek yakıcı haykırışım senin uykunu getiriyor /Söyle Allah aşkına haz mı alıyorsun ben acıyla bağırınca?" Bu sözlerde sevdiği tarafından anlaşılmamış bir âşığın şikâyetini bulma eğilimini isabetli saymıyorum. Duyarsız, duyarsızlığıyla eziyet veren bir sevgili muhatap alınarak yazılmış değildir bu sözler. Bana kalırsa Tevfik Fikret şiirleriyle yapamadığı, taşıdığı edebiyat endişelerinin getirdiği kayıtlar yüzünden yapma usûlünü bir türlü bulamadığı bir şeyi şarkı sözünün nispî rahatlığı içinde yapmayı deniyor.

Onun burada kendine muhatap kabul ettiği eşhas ona şiir yazma, genel olarak "yazma" ihtiyacı hissettiren kaynağı hiç hesaba katmayanlardır. Yazdıklarını gerek alkışlayan ve gerekse yuhalayanların tepkileri şairin, yazarın, düşünürün kendini çok uzak hissettiği bir alanda oluşuyor. Bu yüzdendir ki onları, yazdıklarını kaynağından çok uzak bir alanda değerlendirenleri "mâil-i hâb" sayıyor. Diyor ki: Olan biten karşısında sizin zil takıp oynamanız da, dizlerinizi dövüp ağlamanız da fayda vermez. Bunların her ikisi de benim feryâdımın kaynağını fark edememiş olmaktan doğan birer uyku halidir. Yazdıklarım endişelerinizi yatıştırmak, endişelerinizi gidermek için değil; onları uyanık tutmak ve belki de artırmak içindir. Ama ne çare!

Derin endişeler taşıyıp da bunları nakletme yetersizliğinden yakınan Tevfik Fikret'in yaklaşımını paylaşanlar eksik değil. İkinci Dünya Savaşı patlak verince Elias Canetti "Ne kadar kötü bir romancı olduğumu şimdi anladım" diyesiymiş. Boş bir söz. Canetti'nin yazar olarak çapı savaşın çıkmasını imkânsız kılacak kadar büyük olabilir miydi?
Franz Schubert "İnsanlar bestelerimden zevk alıyor; halbuki onlarda benim sadece acılarım var" demiş. 
Bence Schubert de boş konuşmuş. İşittiğime göre Schubert'in Opus 163 Son Beşlisi Wittgenstein'in en sevdiği esermiş. Demek ki sanatçıyı besleyen kaynağa uzanma gayretini gösteren nasıl olsa bir gün bulunur. Bu gibileri savaşı önleme ukalâlığına heves etmez. Gidip savaşırlar. Nitekim Cihan Harbi ilân edilince "Savaş hayatımı kurtardı" demiş Wittgenstein, "savaş çıkmasaydı ne yapacağımı bilmiyordum". Derhal Cambridge'i terk edip topçu subayı olarak Avusturya-Macaristan ordusuna gönüllü yazılmış. Bir topçu subayı olarak çok parlak atışlar yapmış. İtalyanlar tarafından esir alındığında sırt torbasında "Tractatus"un müsveddeleri varmış.



Yenişafak
12 Kasım 1999 Cuma 

İSMET ÖZEL YAZILARI -21-

DEMOKRASİNİN OMUZLARI VAR MI?

Bir noktaya dikkatimizi çevirmezsek toplum olarak telafi edilemez bir kayba uğrayacağız. Beklenen demokratik gelişme Türk (giderek Türkleşme) tarihini sıfırlayarak mı nazar-ı itibara alınıyor, yoksa kazancına kendimize mahsus tarih bilincinin pekişmesiyle kavuşacağımız bir gelişmeye mi emek vermekteyiz?



Korkarım birincisi ağır basmaktadır ve günübirlik faydayı feda etmekten çekindiğimiz ölçüde toplum hayatiyetine uzun vadede katkı sağlayacak tutamaklarımızı tehlikeye atıyoruz.

Sir Isaac Newton (1642-1727) "Eğer daha uzağı görebilmişsem" demişti, "bunun sebebi devlerin omuzları üzerinde duruşumdandır." Bir itiraf bu; ama pek çarpıcı bir itirafla karşı karşıya olduğumuz söylenemez. Çünkü insanoğlunun hayatını hayatlar üzerinde kurduğu temel bilgilerimiz arasındadır. Necip Fazıl'ın Kanuni ile Vahdettin karşılaştırmasını hatırlayalım. Şair diyordu ki birincisi büyük görünüyor, zira devletin en yüksek çağında tepede yer almaktadır. Diğeri ise devletin dibe vurduğu bir dönemde bile kendini fark ettirebilecek bir büyüklük sahibidir.

Gittikçe artan bir gerginlikle Türkiye'den özgürlük ve demokrasi talepleri yükseliyor. Ne var ki istenilen özgürlük ve demokrasinin dayanakları ülke insanının geçmişinde aranmıyor. Özgür ve demokrat olmanın ölçüsü de, ölçütü de ithal malı. Birisi "Almanya'da çarşafıma karışmıyorlar, burada da karışmasınlar" diyor.

Öteki "Strasbourg'da alınan karar uyarınca Türk üniversitelerinde başını örtemezsin" diyor. Hem üzerinde durulan hususlardan ve hem de duruş tarzından anlıyoruz ki Türkiye'de insanlar ne kadar kendileri olurlarsa değil, ne kadar başkalaşırlarsa o kadar özgür ve demokrat olduklarına inanacaklar.

"Kendisi olmak" fikrinden uzak durmanın neye mal olduğu ise kimsenin umurunda değil. O kadar ki zaman zaman dillerine doladıkları "acı reçete"nin üzerine yazıldığı kâğıt ithal malı ve yazan el de yabancı. Bir de bunlara siyasi hayatımızı şimdiki duruma sokan vakıaların yorumlanmasında uğradığımız çarpıklığı eklememiz gerekiyor.

Çarpıtmayı gerçekleştiren yabancılar değil; bizzat Türkler. Kısmen de olsa tarihimize ilişkin doğrulara ulaşmak için Türkiye dışında neşredilmiş kitaplara başvurmak zorunda kalışımız bu sebeptendir. Neden gerçekleri çarpıtıyoruz? Çünkü toplumun nihaî selâmetini gözetmek yerine günü kurtarmaya çabalıyor, yetkili ve etkili zevatın ki bunlar ister görünen iktidarın, isterse görünürdeki muhalefetin bir unsuru olsun "fuzulî şağil" konumunda bulunduğunun ortaya çıkmasından korkuyoruz.

Kendimizi daha özgür hissettiğimiz günün aynı zamanda bir haysiyetsizlik karmaşasına kapıldığımız gün olacağı endişesi taşıyorum. Çünkü bugün algılanan biçimiyle özendiğimiz demokrasinin tırmanıp bakmaya heves edersek bize uzağı gösterecek yükseklikte omuzları yok.

 
Yenişafak
13/11/1999

İSMET ÖZEL YAZILARI -20-

ŞARTLI YENİLGİ

İki taraftan biri diğerini yendiği zaman ne olacak? Zafer kazanan dize getirdiğini tamamen etkisiz mi bırakacak; yoksa onun etkili olmak hakkını kabul ederek kendi denetiminde kalmasını mı temin edecek? Galip gelen taraf, sırf karşısındakini yenilgiye uğrattığı için bu iki durumdan keyfi isterse birini, keyfi isterse diğerini seçecek rahatlıkta değildir.



Şartları mağlubiyete uğrayanın kendine biçtiği değer belirler. Bir bakıma yenilmiş olanın ne olacağı bizzat yenilenin seçmesine kalmıştır. Yenildiği için hayat imkânlarının tükendiğini düşünenler muzaffer olanın dayattığı her şeye rıza gösterir. Yenilmek yok olmak değildir diye düşünenler ise yok olmayı göze alışlarının bedelini galibiyet mevkiine oturana ödetirler.

Bunun neden böyle olduğunu anlamak için hiçbir çatışmanın bir zayıfla bir kuvvetli arasında cereyan etmediğini hatırda tutmalıyız. Yalnızca iki kuvvetli arasında çatışma çıkar. Yani belli bir kuvvet sınırının üstünde kalanlar birbiriyle çatışır. Kuvvetli kuvvetliyle çatışır demek iki tarafın denk güçlere sahip olduğunu söylemek değildir. Elbette bunlardan biri diğerinden belli alanlarda daha güçlüdür; ama onunla çatışmaya girenin güvendiği bir özelliği (gücü) vardır.

İki kuvvetli unsur kendi kuvvetlerinin neye yettiğini görmek ve göstermek için ortaya çıkmazlar. Böyle olsaydı giriştikleri eyleme çatışma adını vermez, yarışma derdik. Çatışma her ikisinin de göz koyduğu bir şeyi ele geçirmeye hangisinin gücünün yettiğini görmek ve göstermek için olur. Dolayısıyla galip gelen taraf göz koyduğu şeyi ele geçiren taraftır. Hasmını yenmiştir; ama hasmını ele geçirmiş değildir.

Mağlup olan taraf ele geçirmekte başarısız kaldığı her ne ise, ondan mahrum kalmakla varlığının hiçbir anlamı kalmayacağını düşünürse yenilmiş olmakla muzaffer gücün eline geçtiğini düşünür. Böylesi bir yenilginin herhangi bir şartı olamaz. Buna mukabil eğer mağlup taraf yenilmiş olmakla sadece göz koyduğu şeyden mahrum kaldığını, mağlubiyetin kendini kaybetmek olmadığını düşünürse uğradığı yenilgi ancak şartlı yenilgi olabilir. Üstelik bu durumda şartları koyan mağlup taraftır. Zira muzaffer olana şartlarını kabul etmediği taktirde varlığından vazgeçmeye kararlı olduğunu göstermektedir. Galip gelen mağlup olanın şartlarını niçin kabul eder? Çünkü o bir hiç üzerinde zafer kazanmış olmak durumuna düşmek istemez. Yendiği, dize getirdiği bir unsurun mevcudiyetini gözetir.

Siyasi çatışmada mağlubiyete uğrayan taraf galip olanla ilişkilerini "Ben artık çatışmaya girerken taşıdığım özellikleri bünyemde barındırmıyorum" diyerek düzenlemeye girişmişse bir anlamda varlığından vazgeçmiş, hiçe indirgenmeyi kabullenmiştir. Yenildiği halde, "Ben sadece göz koyduğum şeyi ele geçirmekte başarısızlığa uğradım; mağlubiyetim mevcudiyetimin inkârı anlamına gelmez" diyerek galip olanla ilişkilerini düzenleme çabası gösteren ise yenilgisini kabul edişinin şartlarını muzaffer tarafa kabul ettirir. Zaferi kazanan kazandığı zaferi korumak için mağlubiyete uğrayanların hangi şartlar dahilinde denetim altında tutulabileceği gerçeğine sırt çeviremez.





Yenişafak
12 Haziran 1999 Cumartesi  

İSMET ÖZEL YAZILARI -19-

DARALMAK,DARILMAK,DURULMAK

Türkçe'de benim bildiğim uydurma kelimeler arasında en az yadırgananı "gidişat"tır. Türkçe "gidiş"e Arapça "ât" takısı eklenerek yapılmış bu kelimeyi yadırgamayız. Çünkü gidişatımızın ne kerte uydurma olduğu, ne ölçüde vahamet kespettiği birinci derecede ilgilendirmez bizi. Bu yüzden aldırmayız gittiğimiz yerin neresi olduğuna. 



Biz Türkler sadece elimize ne geçtiğine ve elimizden ne kaçtığına bakarız. Bundan ötesini düşünmenin bizi aştığını gizliden gizliye kabulleniriz. Hangi durumda olacağımızı başkalarının gidişatına bırakırız. Hepimiz böyle miyiz? Evet; ama aramızdan bazıları, çok azımız böyle olmasak daha iyi olurdu diye düşünür. Bu azınlık da fazlaca ilgilendirmez çoğumuzu. Yine de bu azınlığın macerası ilginçtir. 

Az sayıdaki bu kişiler gidişat sebebiyle içlerinde, ruhlarında bir daralma hisseder. Sözgelimi Yugoslavya'nın bombalanmasını, bu ülke topraklarına Rus veya İngiliz birliklerinin girmesini işlerin yoluna sokulduğunun işaretleridir diye anlamaz, Türkiye'nin modernleşme yolunda geçirdiği safhalara atılmış, isabetli adımların toplamı gözüyle bakmazlar. Olayların doğrultusu konusunda kendilerine mahsus görüşleri vardır. Görüşleri onları daraltıya sürükler. Buna mukabil görüşlerinin gereği bir harekete girişmezler. Gidişat karşısında çaresizliklerini itiraf etmişlerdir bir kere. Gidişata, bu melez, bu uydurma kelimenin kapsadığı şey neyse ona uyarlar. 

Eğer biz de daralmaya uğramış azınlığın içinde yer almışsak, biliriz ki böylesi bir ruh darlığı uzun süre katlanılacak gibi değildir. Çünkü bir kez başımıza geldi mi, daralmanın olduğu yerde durmadığını fark ederiz. Daraldıkça daralmak kaçınılmaz olunca, çareyi darılmakta veya durulmakta, yahut bu ikisi arasında gidip gelmekte buluruz. Darılmayı seçmişsek gidişata ayak uydurduğumuz süre boyunca hep itiraz ile meşgul olacağız demektir. Darılan biri olarak kaldığımız zaman bizi bekleyen akıbet mızıkçılıktır. Bir yandan herkesle birlikte gidişatın gereklerini yerine getirirken, bir yandan da nâ-mizâç bir karakterin belirtilerini dışa vurmaya başlarız. Keyfimiz kaçtığı için başkalarının da keyfini kaçırmaya başlarız. 

Darılmanın elverişli bir çözüm sunmadığını anlayacak kadar kendimizde kalabilmişsek durumu kurtarmanın yolunu durulmakta aramayı akıl edebiliriz. Daralmış ve darılmakla beter duruma düşmüş kişinin durulmasının iki yöntemi vardır: Ya gidişata ayak uyduruşuna mazeret uyduracak, ruh sükûnetini kendini haklılaştırmanın ve olguları kabullenişte kendine doğruluk payı çıkarmanın türlü gerekçelerinde arayacak veya olup biteni açıklamada kavuşabildiği zihni sarahati yeterli sayacaktır. 

Kişi kendini mâzur kılma yöntemiyle durulmayı seçmişse kısa sürede dargınlığı üzerinden atar, giderek ruh daralmasından da kurtulur. Azınlık vasfını kaybeder ve çoğunluğun şöhretle damgalanmış bir üyesi haline gelir. Durulmaya zihnî sarahat yöntemiyle ulaşmış kişinin durumu mazeret arayandan farklıdır. Zihin açıklığı denilen şey asla tam, eksiksiz olarak elde edilemeyeceği için bu kişi durulmakla darılmak arasında hep gidip gelecektir. Uğradığı daralmanın yeni bir başlangıçla aşılıp aşılamayacağı onun meselesidir. 





Yenişafak
15 Haziran 1999 Salı 

İSMET ÖZEL YAZILARI -18-

YENİ BİR SİYASİ PARTİ TUTAR MI?

Başlıktaki soruyu bana ilhâm eden olay Rus birliklerinin Yugoslavya'yı işgal eden "Batılı" askeri güce dahil edilmesi hazırlıklarıdır. Türkiye'de yeni bir siyasi partinin tutup tutmayacağı sorusunun Kosova'nın işgaliyle ne ilgisi var? İlgiyi fiilen "Dünya Sistemi" kurmuş bulunmaktadır. 



Önce Türkiye'deki siyasi partilerle dünya sistemi arasındaki bağlantıya bakmak lâzım. Fark edilmesi gerekir ki ülkemizde etkinliğini sürdürebilen ve etkinliğini hissettirebilen bütün siyasi partiler Sistem'le Türkiye arasındaki ilişkinin dönüm noktalarına mahsus birer yadigârdır. Bahse konu ettiğimiz bağlantı şimdiye kadar üç aşama geçirmiştir: Sistem tarafından dünya siyasetinin istikametine müdahalesi sıfıra indirgenmiş bir Türkiye talep edilince Cumhuriyet Halk Fırkası ihtiyaca mebnî olarak doğdu. Adalet Partisi'ni doğuran etmen çok partili bir siyasi hayata geçilmediği taktirde Türkiye'nin meşru devletler topluluğunda yer bulamayacağı fikrinin o günlerde ülkenin iplerini ellerinde tutan zevata dünya sistemi tarafından telkin edilmesidir. Üçüncü ve nihaî aşamada Anavatan Partisi doğmuştur. Bu partiyi ortaya çıkaran etmen Türkiye'nin ekonomik işleyiş itibariyle sadece dünya sisteminin anaforunda hareket eden bir ülke olmaktan çıkarılıp malî denetimi dolaysız kılınmış bir ülke haline getirilmesidir. 

Zikrettiğimiz üç partinin gelişmeler boyunca bir şekilden başka bir şekle girmiş olması veya Türkiye'nin dünya sistemiyle olan ikincil derecedeki bağlantıları yüzünden ortaya zikrettiklerimizden farklı ve meşkuk işlevde başka partiler ortaya çıkmış olması çoğu kez üç aşamada özgül işlevlerini yerine getirmiş üç partinin doğuş gerekçelerini gözlerden saklamıştır. Tıpkı sistemin iç işleyişindeki esasları bilmeyişimiz yüzünden Rusların neden Yugoslav topraklarında nüfuzunu hissettirmesine Batılı güçlerin itiraz edemeyişinin sebeplerinin gözlerden saklandığı gibi. 

Gelelim Türkiye'de kurulacak yeni bir siyasi partinin tutup tutmayacağı sorusuna. Bu soruyu doğru, yani yerli yerince cevaplandırmak için önce dünya sisteminin bir dönüşüm evresi yaşayıp yaşamadığına dikkat etmek gerek. Son evrede işlevsel olacak bir siyasi partiyi sistem bekliyor mu? Şimdilik hayır. Türkiye'de sistemin isterlerine cevap verecek parti kısa vadeli bir program içine alınabilecek türden olamaz. Uzun vadeli program nedir? 

Türkiye'nin Avrupa Birliği içinde yer alabilecek özelliklere kavuşması için, yani şimdiye kadar bu işin gerçekleşmesi karşısında engel kabul edilen hususların tasfiye ve/veya tesviyesi için gerekli olan siyasi tutumun "yükselen değer" olarak kabulüne müteveccih programdır. Türkiye'de yeni bir siyasi partinin tutması meselesi sistemin böyle bir programı önerdiğiyle ve desteğini esirgemeyeceğiyle sıkı sıkıya bağlantılı. 


Yenişafak 

İSMET ÖZEL YAZILARI -17-

RÖVANŞA NE OLACAK?

Siyasi gelişmeleri merak dolu bir çabayla izlediğim ömrüm boyunca görüp geçirdiklerim dolayısıyla hangi zihnî başarıya erebildiğimi bana soracak olsaydınız; cevaben yaşadığımız toprakları vatan kılmak için yapılanlarla bu topraklarda saltanat sürmek için yapılanları aynı kefeye değil, iki ayrı kefeye, karşılıklı iki ayrı kefeye koyma başarısına erdiğimi övünçle söylerdim.



Türklerin siyasi hayatı bir kutupta egemenlik istemi, karşı kutupta vatanlaştırma bilinci yer alacak şekilde ve nadiren açık, çoğu zaman üstü örtük bir çatışmanın eseri olarak varlık kazanmıştır.

Hükmetme iradesini izhar edenler bugüne kadar vatan bütünlüğünün temininde şekil şartlarına uyulmasından tatmin sağlamış; buna mukabil vatanlaştırma şuuru taşıyanlar durumun şeklen kurtuluşunun bedelini ödemeleri sebebiyle tatminsiz kalmıştır. Yaşadığımız topraklarda son beş yüz yıl süresince değişimin insan ilişkilerine ilâve ettiği çarpıklık çok sayıda insana "Çektiklerimiz bu neticeye mi râcî olacaktı?" sorusunu sordurmuş ve bunlar her siyasî açılımdan bir rövanş imkânı doğacağı ümidini saklı tutmuşlardır.

Günümüz Türkiye'sinde herhangi bir toplum öbeğine mahsus kılınabilecek siyasi açılım beklentisinden söz etmek imkânı yoktur. Yenileşmek için toplum örgütlenmesinde bütünlüğü gözeten yeni bir güç kaynağına başvurmak yönünde herhangi bir önerinin işaretleri yok önümüzde. Egemenlik istemi toplumun ayrı ayrı her katmanı üzerine bütün ağırlığıyla çökmüş haldedir. Vatanlaştırma bilinci ise çekinik bir ruh durumu olarak kendi üzerine kapanmaktan başka bir tutuma güç sağlayamıyor.

Geçerli toplumsal hedefler gibi görünen ve itiraz edenleri kolayca suçlu konumuna düşüren demokrasi, serbest piyasa ekonomisi, hukukun üstünlüğü gibi kavramlar bir açılıma değil; bilakis bir kayıtlı bir alanın çerçevesine işaret ediyor. Günümüzün geçerli toplumsal hedeflerine ulaşıldığını varsayalım: Diyelim ki Avrupa ölçülerinde bir demokratik düzeni işletmeyi başardık, diyelim ki çok başarılı bir özelleştirme programı sayesinde devleti iktisadi faaliyet alanı dışına tamamen çıkardık, diyelim ki Türkiye insan haklarının asla ihlâl edilmediği bir ülke durumuna geldi. Ulaşılan hedefler aynı zamanda o hedeflere ulaşılmasını mümkün kılanların haklarının iadesinin kanıtı olacak mıdır? Bu sorunun cevabının evet olduğunu söyleyenlerin alnını karışlarım. Türküm, doğruyum, çalışkanım...



Yenişafak
19 Haziran 1999 Cumartesi

İSMET ÖZEL YAZILARI -16-

HAREM AĞALARININ MÜSABAKASI

Son günlerde bazı haberler size şaşırtıcı mı geliyor? Durup dururken nereden çıktı bu işler, diye mi düşünüyorsunuz? Öyleyse, doğduğumuz günden beri Türkiye'de yaşadığımız halde, Türkiye'ye daha alışamamışsınız. Size Türkiye'ye alışmanızı tavsiye edecek değilim. 




Çünkü alışmak çoğu kez bir eyyamcı haline dönüşmekle sonuçlanıyor ve bu da ahlâken alçalmaktan başka bir şey değil. Bozuk bir Türkçe'yle size ancak şu tavsiyede bulunacağım: "Boş yere heyecan yapmayın!". Gördüğünüz gibi artık sadece bozuk Türkçe'yle anlaşabiliyoruz. Ülkemizde olan biteni ve bilhassa medya aracılığıyla haberdar olduğunuz hususları felsefeye, tarihe, sosyal bilimlere veya bunlara benzer bir takım disiplinlere vukufunuz sebebiyle edindiğiniz kıstasları esas alarak değerlendirmeye, anlamlandırmaya kalkışırsanız hop oturup hop kalkacağınızı tahminde güçlük çekmem. Böyle yapmayın, sinirlerinizi harap edersiniz. Hatırlayın ki sizin etliye, sütlüye karışmanıza zaten meydan vermemişlerdi. Şimdilerde etliler ve sütlüler birbirine karışıyorsa, bundan size ne? Ama sizin mezbahanız ve/veya mandıranız varsa, tabiî ona da ben karışmam. 

Bazı dolaplar dönüyorsa bunu huzursuzluk vesilesi yapmamak lâzım. Çünkü bu dolaplar dönmek için imâl edilmişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti'nin dengesi 1960'ta, 1970'te, 1980'te, 1990'da olduğundan şimdi (bin yılın bitimine altı ay kala) daha kararlı. Her biri kendine mahsus hassasiyeti yüklenmiş geçen onarlı yıllar ülkemizin yeniden ve kabule mazhar bir şekilde tanımlanıp tanımlanamayacağı hususunda bir arayışın canlı tutulduğu yıllardı. 

Artık o kabil duyarlıktan, duyarlığın verdiği rahatsızlıktan kendini arıttı ülkemiz. Sosyalizm, Kürt meselesi ve İslâmcılık gibi devletin mahiyetini tartışmaya açan kıpırdanışların akıbetleri nokta-i nazarından bakacak olursanız artık Türkiye'de âsâyiş berkemâl. Gerçi zikrettiğimiz konuların hiçbiri bakımından menfi veya müspet bir çözüm hasıl olmuş değil. Lâkin süreç içinde her biri bir diğeri aleyhine kullanılarak nizâmı tehdit edebilecek herhangi bir unsura hareket imkânı bırakılmadı ve üstelik ortalarda bu akımlara kapılanlar katında intizâmı bozacak bir temayül görünmüyor. 

Bu sükûnete erişimiz geride kargaşa ve çatışmayla tozu dumana katan bir evreyi bırakmamızın sonucu mudur? Hayır, hiç de değil. Son kırk; ama bilhassa son yirmi yılın siyaset sahnesindeki oyun gittikçe temposu düşen ve nihayet mekanik tekrarlara indirgenen karakterdeydi. İşin ilginç yanı şu ki oyunun mekanize hale gelmesinde rol alan siyasi aktörlerimizin vasıflarını harem ağalarının vasıflarına nispet edebiliriz. Onlar aralarında bir performans müsabakası yaşadılar. Aralarından hangisi en yüksek performansı göstermiş olursa olsun, bu başarı haremdekilerin haremde bulunuş sebebi üzerinde bir tesir hasıl etmedi. 


Yenişafak
22 Haziran 1999 Salı 

İSMET ÖZEL YAZILARI -15-

DEVLETİ ELE GEÇİRMEK

Hepimiz Türkçe'ye yapılan kötülüğün mağdurlarıyız. Şimdiye kadar siyasi olaylara dilin neler taşıdığını bilmeden yaklaştığımız için kendimizi buğulu ve efsûnlu bir konuşma ortamında bulmakta gecikmedik. Ortalıkta hep bazı kavramlar oldu; ama onların taraflarca üzerinde anlaşmaya varılabilecek bir açık anlama kavuşmasından hep kaçınıldı. 

Siyaset dilinin sarih ve fasih olmasına engel olanlar siyasi üstünlüğünü kaybetmek istemeyenlerdi. Türkçe'nin tahrip edilmesini çıkarına uygun sayanların hakimiyetine son verecek bir çabaya şahit olmadık. 



Eğer birisi bana devleti ele geçirmeye çalışıp çalışmadığımı sorsaydı, ben de ona bu sözleri sarf etmekle ne söylediğini bilip bilmediğini sorardım. Türkçe'de "ele geçirmek" tutmaya, yakalamaya yakın bir anlam taşır. Türkçe konuşanlar bir avın, bir haydudun, bir kadının ele geçirilmesinin ne demeye geldiğini anlar. Konumuzla en sıkı bağlantısı olan şey ise bir ülkenin ele geçirilmesidir. Savaşarak veya savaşmaksızın bir ülke, bir ülkenin toprakları ele geçirilir. Burada dikkat edilecek nokta savaş cereyan etmemiş olsa bile ele geçiren gücün silâhlı olduğudur. Türkçe konuşanlar ülkeyi ele geçirmekle devleti ele geçirmenin birbirinden farklı şeyler olduğunu da bilir. 

İkinci Dünya Savaşı'nda Almanlar Fransa'yı (ülkeyi) ele geçirmiş ve fakat devleti Fransızlara (Vichy hükümetine) bırakmışlardır. Denilebilir ki ülkeyi ele geçirmek tüketime konu olabilecek bir şey üzerinde hakimiyet kurmaya benzer. Oysa devlet tüketim konusu edilebilecek bir nesne değildir. Giderek devletin bir "nesne" olmadığını da belirtmeliyiz. İnsan hayatında devlet bir "amaç" olmaklığıyla yer sahibidir. Yani devlet eliyle bir şeylerin faal hale konulması söz konusudur. Devlet (iktisadi anlamda değil elbette) bir üretim alanıdır. Devletin nesneye dönük yanı devlet aygıtlarından ibarettir. Öyleyse devletin ele geçirilmesi ülkenin ele geçirilmesine ne kadar benzemezse silâhların ele geçirilmesine de o kadar benzer. (Silâhların neyi ürettiklerini merak ettiyseniz söyleyeyim: Silâhlar ölüm üretir.) 

Devleti, daha doğrusu, devlet aygıtlarını ele geçirme çabasında olduğu varsayılan birini küçümsemek mümkün değildir. Çünkü sadece bir amaca varmak gayesiyle devlet aygıtları ele geçirilmek istenebilir. Eğer bir ülke ele geçirilmek isteniyorsa o ülkenin kaynaklarının bazı insanların menfaatine hasredilmesi isteniyor demektir; ama ele geçirilmek istenen devlet ise dikkatlerin yoğunlaştırılması gereken husus eylemcinin amacının ne olduğudur. Yukarıdaki örneğe döndüğümüzde görürüz ki devlet aygıtlarını harekete geçiren işbirlikçi Fransızlar amaçlarını ülkeyi ele geçirmiş bulunan Almanlarla özdeşleştirmişlerdir. 



Yenişafak
25 Haziran 1999 Cuma 

İSMET ÖZEL YAZILARI -14-

KOPUK

Abdullah Öcalan'ın idamı gerçekleşirse bu vakıanın Türkiye'nin Avrupa'dan kopması sonucuna varacağı tehdidinden hepimiz haberdarız. Bu işin içinde bir iş var. Avrupa'dan kopma ifadesinin basit, kaba ve tek boyutlu bir yaklaşımın ürünü olduğunu sanmak beynelmilel ilişkilerin özüne tamamen yabancı kalmak demektir. Tehdidi savuran Avrupa öyle bir dil kullanıyor ki anlaşılmaya değerdir. 



Kopukluk ifadesinin bir gerçeğe işaret etmek üzere değil de bir tehdidi tecessüm ettirmek kastıyla kullanılması da anlaşılmaya değerdir. Avrupa'nın Türkiye'ye söylediği "Filânca işi yaparsan seni dışlamakta tereddüt etmem" şeklinde değildir. Avrupa bilakis, Türkiye'den bir gayret beklercesine: "Filânca işi yapmakla kendini benden koparmayı seçmiş oluyorsun" diyor. 
Mesele Avrupa'nın Türkiye'yi dışlaması hususunda odaklanmıyor. Zira Türkiye hiçbir zaman fiilî yapılanmanın iç işleyişini mümkün kılan esaslar bakımından Avrupa bünyesinde kabul edilmemiştir. Türkiye'nin Avrupa'yla bağlantısı bir tür "anlam" bağlantısıdır. 

OECD'den Avrupa İnsan Hakları örgütlenmelerine kadar bir çok kuruluşta Türkiye'nin varlığı o yapıda yer almasının olumlu beklentileri veya sunacağı katkı payı yüzünden değil; yer almadığı taktirde Avrupa'nın baş etmek zorunda kalacağı muhtemel "ekstra" sıkıntılar yüzünden tanınmaktadır. Üstelik Avrupa Birliği başta olmak şartıyla Türkiye'nin Avrupalı kuruluşlar yanında pek öyle ahım şahım bir ağırlığa sahip olduğunu söylemeye hiç birimizin gücü yetmez. Avrupa Türkiye'ye hiçbir dönemde kucak açmadı ki şimdi içinde bulunduğumuz şartlarda ve belli tutumlar sebebiyle onu tersliyor olsun. 

Öyleyse Türkiye'nin Avrupa'dan kopacağı tehdidinin zihniyet değişimine taallûk eden tarafının keşfi gerekiyor. Tehdit genç Türkiye Cumhuriyetiyle son yetmiş beş yılda Avrupa iktidar odakları arasında ihdas edilmiş ve kabul görmüş irtibat ağının geçersizliğine karar verileceği yönünde bir ağırlık sahibidir. Avrupa iktidar odakları Türkiye'nin ABD ve İsrail'le kuracağı muhtemel bağlantılarda kendi ölçüleri dahilinde bir meşruiyet meselesinin bundan böyle gündeme geleceğini ve meselelerin (ve bilhassa Kürt meselesinin) hallinde bir taraf olma imtiyazını Türkiye'ye tanımayacağı tehdidini savurmaktadır. 

Avrupa'nın Türkiye'ye söylediği "Ben seni kopartıp atıyorum" değildir. Türkiye'yi kendinin parçası saymadığı için böyle demiyor. Onun dediği: "Sen kopuk kalacaksın"dır. İşaret edilen Avrupalı zihniyetiyle düzenlenmiş bir dünyadaki kopukluktur. 




Yenişafak
2 Temmuz 1999 Cuma 

İSMET ÖZEL YAZILARI -13-

KAPATMA

Bir isim olarak "kapatma"nın aşağıdaki beş mânâya geldiğini hatırlamanın vaktidir. Sözlüklerden istifade ederek bu karşılıkları sıralamaya kalkıştığımızda aldığımız sonuç şöyledir: 1. Kapatmak işi. 2. Kapatılmış, tevkif olunmuş. 3. Bir erkekle nikâhsız yaşayan kadın, kapama, metres. Bir adam tarafından bir yere yerleştirilerek başkalarıyla münasebeti kesilmiş fahişe: O, filâncanın kapatmasıdır. Evli değildir, lâkin bir kapatması vardır. 



"Kapatmalarım da nikâhlım kadar beni başkasından kıskanırlar." -Hüseyin Rahmi Gürpınar. 3. Müzayedeye konmayıp gizlice alınmış, el altından bir adama ayrılmış (eşya). 4. Yolsuz olarak değerinden aşağı elde edilmiş (mal). 5. Basketbolde, elinde top olmayan bir oyuncunun ilerlemesine engel olma. Siyasi planda bu karşılıklardan hangisi kamuoyunu ilgilendiriyor? -Kapatmak işi. Gerçekte, siyasetin gerçeği içinde bizi bu karşılıklardan hangisi daha çok ilgilendirmelidir? -Fahişenin kapatılması. Lâtife yaptığımı sanmayın. Demokrasi tarihimizin en önemli olayı budur. Oy sahiplerinin siyasi partilere kapatmalık yapmasıdır.

Tek parti dönemi sona erer ermez siyasi partiler oy sahiplerini, oy verecek insan bloklarını nasıl kapatacaklarının hesabını yaptılar. Ceplerinden sigara paketini çıkarıp "Bu sigarayı beş kuruşa içeceksiniz!" diye haykırdılar. Asıl büyük kapatma 27 Mayıs 1960'tan sonra ortaya çıktı. Demokrat Parti ölmüş, öldürülmüştü. Metresini kim kapatacaktı? İsterseniz Yeni Türkiye Partisi'ne karşı müzayedeyi Adalet Partisi kazandı deyiniz; ama isterseniz oy sahiplerinin el altından Adalet Partisi'ne peşkeş çekildiğini de ileri sürünüz, kapatılan kapatanın kapağı altında kalmıştır. Bir diğer büyük kapatma da 12 Eylül 1980 sonrasında "dört eğilimi birleştirmek" yaftası altında gerçekleşti. Siyasi partilerin kendilerine kapatma arama çabaları sebebiyle yarım asrı aşan Türk demokrasi tecrübesi bir siyasi olgunlaşma süreci niteliği kazanamadı. Oy vermiş ve oy verecek insan blokları siyasi partiler tarafından fahişe muamelesine tâbi tutuldular. Oy sahipleri bir idealin takipçileri asla değildi. Onlar tasfiye edilmiş bir önceki etkin siyasi ajanın (partinin?) açıkta kalan metresiydi sadece. 

Önümüzdeki günler yeni bir ve birçok kapatmalara sahne olacağa benziyor. Artık bir mirası paylaşma derdiyle meşgul olmayacak siyasi partiler. Çünkü millet olarak DP gibi geniş destek bulmuş bir partinin cenazesinden dönüyor değiliz. Siyasi partiler çeşitli eğilimdeki bloklara parsa toplatmak gibi bir taktik gütmeyi de akıllarına getirmeyecekler. Çünkü devlet 12 Eylül öncesinde silahlandırılmış birçok fırsatçıyı 12 Eylül sonrasında farklı ve silâhsız elde edilecek fırsatlara sevk etmek gibi bir sorunu çözme zorluğuyla karşı karşıya değil. Daha tuhaf olan şu ki yeni kapatma ve kapatmalar bundan sonra siyasi partileri siyasi partilerin kapatmaları şimdiye kadar kullana geldiğinden daha çok kullanmaya müsait. 

Yenişafak6 Ocak 2001

İSMET ÖZEL YAZILARI -12-

BİRBİRİMİZİ KARALADIĞIMIZ MÜDDETÇE

Türkiye'de yaşayan bizler neyin peşinde olduğumuzu bilerek mi yaşıyoruz? En azından aynı ülkenin insanı olduğunu kabul ettiğimiz halde kendimize hasım saydığımız, bu yüzden de kayba uğramasını istediğimiz birileri varsa ve biz onların kayba uğramasını temin etmek üzere harekete geçmişsek, varacağımız sonuçtan kârlı çıkanın kendimiz olmayacağını fark edecek bilinçte miyiz? Ne yazık ki, hayır. Bilinç düzeyimiz iki şeyi irtibatlandırabilecek dereceye yükselmemiştir. 



İki şey: Türkiye için iyi olan Türkler için de iyi olmak zorundadır, vice versa. Bir şey nasıl Türkler için iyi, Türkiye için kötü olamazsa; Türkiye için iyi, Türkler için kötü olamaz. Bizlerin böylesi bir tutarlılık bilincinden mahrum kalışı toplumdaki ahlâk çöküşüne de hız veriyor. Ahlâkî çöküş, şahsi hesabımızın içine bütün Türkleri değil de, bir kısım Türkleri; bütün Türkiye'yi değil de Türkiye'nin bir kısmını dahil edişimizle akla sığmaz boyutlara uzanıyor. 

Bilinçsizliğimiz bilgisizliğimizin yavrusudur. 1980 öncesinde Sovyetler Birliği'nin dünya güçler dengesine tesir edebilecek mikyasta büyük bir unsur olduğu zannına kapılacak kadar koyu bir bilgisizlik ve aymazlık içindeydik. Doğu Avrupa'yı, İç Asya'yı nüfuzu altında tutan Sovyet gücünün etkisini Türkiye'yi de içine alacak ölçüde genişleteceği düşüncesini taşıyorduk. Bu düşünce bazılarımızda beklenti halini almıştı. Böyle özetlemekten başka çare bulamadığımız doğrultudaki eğilimler 1980 öncesinde Türkiye'deki siyasi öbekler arasında bir "pro-sovyetikleşme" yarışı başlattı. Bilhassa solculukla münteşir öbekler bir yandan kendilerinin Sovyet yanlısı oldukları hususunda birinciliği elde tuttuklarını kanıtlamaya, diğer yandan da Sovyetlerin Türkiye'deki öbekler arasında en çok kendilerine destek verdiğine herkesi inandırmaya çabalıyorlardı. Çabalarının sonuç hasıl etmesi için uyguladıkları propaganda tarzı da kendilerinden başka herkesi karalamaya dönüktü. Yani fasılasız bir gayret göstererek filâncaların niçin "pro-sovyetik" olamayacaklarını ortaya çıkarmaya uğraştılar. 

Berlin duvarı yıkıldı, Sovyetler Birliği dağıldı; ama Türklerin bilgisizliği ve bilinçsizliği bâki kaldı. Türkler "tek kutuplu dünya" dolmasını kolayca yuttular. Dolayısıyla artık Amerikancılık moda. Günümüzde Türklerin laik kesimi Amerika'nın Türk "irticacılara" tokat atması halinde işlerinin düzene gireceğini, içlerinin ferahlayacağını düşünüyor. Buna mukabil Atlantik ötesinden demokrasi himmeti umarak başörtüsü serbestisi kazanabileceğini düşünen Türkler de Amerika'nın Türk "Jakobenlere" sıkı bir sille aşk etmesi halinde önlerindeki engellerin kalkacağını, yüreğindeki buzların eriyeceğini umuyor. Hiç kimse vuran Amerika olduğu taktirde hangi Türk tokat yerse yesin mutlaka öbür Türk'ün de canının yanacağını akıl edemiyor. Hâlâ Türklerin Türkleri karalaması devam ediyor. Türkiye'nin işleri Türklerden sorulur denilemiyor. Her Türkün maruz kaldığı kötü muamelenin Türkiye'ye karşı işlenmiş bir suç olduğu fikrine yakınlık duyulmuyor. 



Yeni Şafak 6 Kasım 1999 

İSMET ÖZEL YAZILARI -11-

SÜTÜ BOZUKLARDAN BİRİ OLMADIĞINIZI VARSAYARAK

Haftada bir yayınlanan bu yazılarıma mektup adını vermek hoşuma gidiyor. Yaptığım iş resmiyetten, hani hep karşımıza baskı doğurucu bir türde çıkan o resmiyetten arınsın, kağıda döktüğüm sözler kabul edilebilir bir biçim hatırına harcanmış sözlerden daha farklı ve üstün olsun istiyorum.

Niçin?

Kafamdan sevdiklerime ve hattâ akrabalarıma hitap ettiğim düşüncesini henüz eksik etmediğim için. “Henüz” diyerek bir zaman sınırlamasına göndermede bulunuşumun yani kafamdan akrabalarımla sohbet ettiğim fikrini sileceğimi yahut nesir yazmayı hepten terk edeceğimin vakti gelebileceğini imâ edişim yazarlık mesleğine hangi sebeple intisap ettiğimle ilişkilidir. Yazarlık mesleğine intisabımın ise Müslümanlıkla ve şahsen benim ihtida edişimle doğrudan bağı var. İzah edeyim: Kendini bilen insanlar arasında soy şairlerin en imrenilecek mevkii tuttukları bir kültür içine doğdum. Türk edebiyatında bütün eserlerin aristokratça ilişkiler içinde değerlendirildiği bir çağdı. Kendini bilmeyenler her zaman olduğu gibi o zaman da vardı. Kendini bilenlerin onları, yani yetersizleri hoşgörü ile karşılamalarının sebebi, sağlamı çürükten ayıracak ölçülerin edebiyattan anlayanların elinde bulunmasıydı. Bu şartlar atında kendi kendini seçmiş seçkin bir çevre adeta sanat komiserliği yapıyordu.
1963 yılında Nâzım Hikmet’in şiirlerine nasıl burun kıvrıldığını, 1967 yılında “Sabah şairin üstüne saldırıyor mısraını yazmış olmamın cüretkârlık gibi yorumlandığını, kendimi şimdiden şair olarak adlandırmakta pervasız addedildiğimi hatırlıyorum.

Yıllar boyu Türkiye’de kendini bir değerler ıskalası oluşturma çabasına adamış insanların maruz kaldığı acımasız çalkantı modernlik kültürü içinden süzülüp gelen aristokratça ilişkilere tedricen son verdi. Benim ihtidam andığım ve artık son bulmuş olan sürecin tam ortasında gerçekleşti. Modernliğe haklılık kazandıran her şey baş aşağı gidiyor ve Türkiye kocaman bir şişeye doldurulmuş zeytinyağı ve sirkenin uzaktan bakılınca aynı sıvı gibi algılanmasına yol açacak şiddette çalkalanıyordu.
Bu durumda Türk toplumunu sıhhat kazanması için muhtaç olduğu ayırımlardan haberdar etmek bir görevdi. Kültür ve siyasetin sol kanadında yer alanların tekebbürü ve sağ kanattakilerin de fırsatçılığı aleyhine bir şeyler yapılması gerekiyordu. Gerekeni kim yapacaktı? Şiir alanında sahip olduğum mevkie istinaden bunu ben yapabileceğimi düşündüm. Bir başkası düşünüp de bana iş buyurmadı. Üstelik yazarlık mesleğine adım atmam sebebiyle kimse benden bir işlevi yerine getirmem isteğinde bulunmadı, ben de kimseye neyin peşindeyse yürüttüğü o işe destek olacak bir hizmet sunma girişimi içine dalmadım.

Şiir dışında bir şeyler yazmış olmam anlamsızlığa gark olmadı. Devamlı veya mevsimlik okuyucularımın doğmuş bulunması Türkiye’de “eski hamam, eski tas” denilmesine cevaz vermiyor. Yine de sarih bir şekilde biliyorum ki benim yazarlığım Türkiye’deki düşünce hayatında hiçbir tashih edici etki uyandırmadı. Uyandırabilir miydi?
Bunu bilemeyiz. Bildiğimiz şey sol kanattaki tekebbürün ve sağ kanattaki fırsatçılığın Türkiye’yi felâkete sürüklediğidir. Yayınladığım kitaplar halen “satıyor” olsa da Müslüman bir yazar olarak ben kadük (caduc) kaldım ve Türkiye uğradığı felâketin ne olduğu hususunda bile gaflete dalmış insanlarla tıka basa doludur. Bu durum dolayısıyla ah ü vah ettiğimi sanmayın.
Çünkü yazarlığımı hiçbir zaman bir misyonerlik gibi görmedim. Benim yazarlığım bunca yıl benim bencilce yürüttüğüm bir iş olarak süregeldi. Eğer rızkımı temine yaramasaydı bu işe elimi sürmezdim. Geçimimi yazarlıktan temin ettiğim halde nabza göre şerbet vermemiş olmaktan gurur duyuyorum.
Hele dikkatler gönül eğlendirici şeylerden bahsederek vakit geçirmediğime çevrilecek olursa talihli bir yazar olduğum bile söylenebilir. Cuma Mektupları vesilesiyle ne ben, ne de okurlarım gönül eğlendirmiş oluyor. Sadece insanlara mahsus bir iletişime yönelmiş olmak kâfi değil mi? Yazdıklarım sebebiyle beni arayan, benden mektup bekleyen birileri varsa, onlar bilsin ki ben de onları arıyorum; benim de bir noksanım onlara hitap ettiğim, edebildiğim nispette giderilmiş oluyor.

Solcuların tekebbüründen, sağcıların fırsatçılığından hiçbir şey eksilmedi. Neden?
Çünkü her iki kanat da Türkiye’nin yön tayin edici değeri olarak İslâm’ı tanımamakta ısrar ediyor. Solcular Türkiye üzerindeki kâfir hakimiyeti arttıkça yerlerini sağlamlaştırmaktan dolayı her gün biraz daha kâfir hakimiyetinden doğan rantı gasp etme fırsatçılığından besleniyor. Ben şimdiye kadar ne yazdımsa yazdıklarımı okuyanların sütü bozuklardan biri olmadığını varsayarak yazdım.
Sonunda tekebbüründen vazgeçmeyen solcuların ve fırsatçılığın kârını azamiye çıkarmayı bilen sağcıların halkı tesir altında bırakma yarışında birbirlerini geçmek suretiyle mesafe kat ettiklerine şahit oldum. Benim Türk/gâvur ayırımını vurgulayarak anlatmaya çabalamam sanki bir patinaj. Yine de ben yazdıklarımın helâl süt emmişlere ferahlık sağladığı ferahlığını hissediyorum. Meselâ şöyle şeylerin:

Türkçe deyimler arasında yer alan “suya sabuna dokunmamak” bir yandan insanın bulaşmaz kalması tavsiyesini akla getiriyor; ama öte yandan pis kalmayı, pisliği olduğu gibi bırakmayı, dünyanın kiriyle baş etme çabasından uzak durmayı öneriyor.

Öyle ya, suya sabuna dokunursak ya kendimizi, ya kendimize ait bir şeyi temizleyip arıtma veya kendimizin dışında olsa bile elimizin ulaşabileceği bir şeyin temizlenmesine emek harcama sürecini başlatmış olacağız. Buna karar verdik diyelim. Madem suya sabuna dokunmamak dünyadaki kirli işlerin devamını kolaylaştırıyor ve bizim gönlümüz de bu edilgin konumun doğurduğu suçu yüklenmeye razı değil; o halde suya da sabuna da dokunacağız. Acaba su ve sabun onlardan beklediğimiz sonucun elde edilmesine kâfi gelecek mi?
Yoksa suya sabuna dokunur dokunmaz temizleme ve temizlenme fırsatını büsbütün kaçıracak mıyız?

Dünyada pis işler dönüyor. Eğer gemisini kurtaran kaptan düşüncesiyle hareket etmeye kalkışır ve oynanan oyundaki sayı yapan elemanlardan biri olmaya çabalarsak bizim de bu pis işler içine dalmaktan başka bir çaremiz olmadığını göreceğiz. Yok eğer, sayıyı kim yaparsa yapsın, dünyada dönen kirli işlere bir yenisini biz kendi elimizle ilâve etmeyelim demişsek, işte o zaman suya sabuna dokunmadan hayatımızı idame ettirmenin bir yolunu aramayı seçmiş olacağız. Diyelim ki seçtiğimiz bu tutum bizi cinayet işlemekten alıkoydu.
Yine de bizim cinayete seyirci kaldığımız gerçek değil mi? Dünyada pis işler döndüğünü bilmeseydik kimsenin tavuğuna kışt demeden yaşıyor olmanın gönül ferahlığını duyabilirdik. Halbuki bizim kışt demediğimiz o tombul tavuk yetimin hakkı olan daneleri bizim duyarsızlığımızdan, bizim aldırışsızlığımızdan, bizim yumuşak başlılığımızdan ötürü gövdeye indiriyor.

Ne yapalım? İki pislikten biri içinde bulunmak açmazına mı düştük? Dünya hayatı içinde önemli bir yer sahibi olmak istiyorsak bunu kendi elimizden bazı pislikler sâdır olmadıkça yapamayacağız. Çünkü bize koşulan ve bizim de kabullendiğimiz şartlar öyledir ki dinsizin hakkından ancak imânsız gelebiliyor. İmânımızı feda etmeye yanaşmadığımız için dinsizin egemenlik alanını günden güne genişletmesi karşısında sesimizi çıkarmıyoruz.
Yani elimizi pisliğe bulaştırmadan yaşamanın yolu çirkefin olduğu yerde kalmasına rıza göstermekten geçiyor.

Demek ki mesele bize koşulan şartlarda ve bizim onları kabul edişimizde; daha doğrusu bize şart koşulmasına fırsat verecek bir hayattan başkasını bilmeyişimizdedir. Hakikat şu ki açmaz sadece ahiret yurdunun hayrına bigâne kalanlar içindir.
Dinsizin hakkından gelmek diye başlı başına bir işlev icat edenler onlardır ve onlar dinsizin hakkından gelinse de gelinmese de imân edenlerin birbirleri için değer ve önem sahibi olduğunu bilmezler.

(Gerçek Hayat, 14 Şubat 2003 tarihli Cuma Mektubu)

İSMET ÖZEL YAZILARI -10-

BAĞLANTI DEĞİL;BAĞ
Kurban Bayramı esnasında yakınlığa dair bir çift söz etmeli. Bu vesileyle bir çeşit mahkûmiyet hissiyle hemhal olduğum yazarlığın ürettiği ve türettiği yakınlığı sorgulamak istiyorum. Yazmak ne işe yarar? Gereken şeyin yazdıklarımı okuyan bir kesim insanla aramızda sıkı ve feda edilmesi zor bir bağ bulunması olduğunu yıllar bana öğretti. Hem bulmak, hem de bilmek için meğer yıllar gerekiyormuş. Yıllar gerekli; ama yeterli değil.

İnsanla insan arasındaki en sahici bağı "endişe" ihdas ediyor. Netice-i kelâm, yazan ve okuyanlar olarak "biz" bir şekilde birbirimize bağlı kalmayı iyi sayıyoruz. Yazmak ne işe yarar sorusunun cevabının bağlanmayı mümkün kılmak olduğu söylenebilir. Olan bitenin hepsi bundan ibaret değil; bir de endişeyi devreye sokmaksızın yazılanları okumak suretiyle yazarla bağlantı kurmaya çabalayan ve/veya bu bağlantıyı kurduğuna inananlar var.

Bu ikinci kategoridekiler önyargıları pohpolandığı zaman mest olan, buna mukabil yazdıklarım arasında önyargılarına ters düşen bir şeye rastladıkları zaman saldırıya geçen türden kimselerdir. Yani yazı dünyasında bir bağlı olduklarımız var, bir de bağlantılı olduklarımız.

Kelimeler mânâyı ele veriyor. Bağ dediğimiz zaman hem bağlanmaya aracı olan (ayak bağı, saç bağı, diz bağı gibi) şeyi, hem de bağlanmanın kendisini kastederiz. Yani bağ hem yakınlaştırıcı olandır, hem de doğrudan doğruya yakınlıktır. Oysa bağlantı dediğimiz zaman fazladan kurulmuş ilişki sebebiyle gerçekleşen teması dile getirmiş oluruz. Türkçe'de "nt" ile yapılan kelimeler istenmeyen bir çoklaşmayı anlatır. Çıkıntı, sıkıntı, süprüntü, eklenti, birikinti, çalkantı ve devamı...
Hayat tecrübesi kavramına karşılık bulma çabasıyla türetilen "yaşantı" kelimesi kaideyi bozarmış gibi görünüyor. Yaşantı için istenmeyen çoklaşma açıklaması uygun düşmüyor mu acaba? Düşüyor elbet. Hayat tecrübesi diye bildiklerimiz hep karşılaşılan zorluklar ve aldanışlardan ibarettir. İşte bu sebepten dolayıdır ki bağlantı zoraki yakınlaşmanın adı olmalıdır. Bağlantı dediğimiz sığ ve yüzeyden ilişkidir. Bağlantıyı kurmak da kesmek ve koparmak da kolaydır, pek önemli sayılmaz. Halbuki bağlar çözüldüğü zaman hayatımızda büyük değişmeler gerçekleşir. Bağların kopmasından hepimiz korkarız.

Kurban bayramı vesilesiyle kimlerle ve nelerle yakınlık kurduğumuza bir kez daha göz atalım. Acaba bayram hayatımızda nelerin fazlalık olduğunu mu bize öğretiyor; yoksa hayatımıza fazlalıklar tıkıştırmaya mı bizi kışkırtıyor? Daha sonra her şeyle olan yakınlaşmamızın bizimle o şey arasında bağlar mı yoksa bağlantılar mı tesis ettiğini bir yoklayalım. Kalbimizi yoklayalım. Kalbimizin olup olmadığına da bir bakalım. Eğer varsa yerinde midir, olması gereken yerde midir diye meraklanalım.



Yenişafak / 6 Mart 2001

İSMET ÖZEL YAZILARI -9-

M’EL – ANGE / 1 VE M’EL – ANGE /2
1. İSTESEM DE TARD EDEBİLİR MİYDİM MELEKLERİ HAYATIMDAN? 

Omzumdan tutarak, pek bilmiş biri, omzumdan tutarak ve çehremi kendinden yana zorla çevirerek konuşuyor: Dünyanın bu çirkefe batmış hali senin ve senin gibilerin yüzündendir. Siz dilinizden inanç sözünü düşürmeyen, yahut ‘inanmıyoruz’ diyenlerin yanında ‘inançlılar’ kaydı altında toplananlar, sizler melekleri hayatınızdan tard etmemiş olsaydınız her şey çok farklı, kuşku yok ki çok daha olumlu cereyan edecekti. Bu hesap soran tavır yoğun bir tedirginlik salıyor üzerime. Gerçekten öyle mi? Ben miyim dünaya uğrayan bunca belânın sebebi? Meleksizleşmek! 

Hayır, bu rengin üzerimde iyi durduğunu hiç sanmıyorum... Şimdiye dek benim bütün yaptığım “insan olmak!” “insan olmak!” diye dolanıp durmaktan başka değil belki. Gittiğim en uzak yer, olsa olsa kendini benden gizleyen zerrinlerin peşi sıra daldığım kuytulardı. Ufkumda hangi karaltı belirse o yöne koştuğum; sonra gözüm o yörenin karanlığına alışınca aradığımın oralarda bulunmadığını anlayıp yakındığım; bir denizanasına zerrin bulmak hayaldir diye sayıkladığım doğrudur. Nevrozlarını yokladım, evet, Jules Laforgue’un. Gustav Mahler’in uzun cümleleri arasına sızmış olan korkuyu korkusuzca izledim. Hepsi bu. Ben de nihayet vaktin bir oğluyum. Nasıl olurdu da benim insan olma çırpınışım melekleri kaçıran bir sebep haline dönüşebilirdi? Ürküntüyle, bu haksız suçlamadan kurtulma telâşıyla “nasıl olur” çığlığı fırlatıyorum adama. Bilgiç adamın açıklaması şöyle: Öncelikle meleklerin Adem’e niçin secde ettiğini yanlış anlamak hoşgöründü size. Adem soyundan gelmenin size bir girişim yetkisi sağladığını sandınız. Yaratılışı öğrenme çabası göstermek yerine onu açıklamaya ve açıklamalarınızı kanıtlamaya kalkıştınız, yaratılmış olana buyruk saldınız. Dahası, Şeytan size secde etmedi diye gizlice kıskandınız onu, kendi kaçamaklarınızın sorumluluğunu Şeytan’ın gücüne havale etmeye yeltendiniz. Eğer insan olmak bahanesiyle melekleri hayatınızdan kovmamış olsaydınız bu bulaşıcı kentlerin kokuşmuşluğu, sağırlaşan ırmakların bu ilenci ve iffetini koruyamadığı için kendini iğdiş etmiş bu ormanlar karşınıza çıkmayacaktı. Giysilerinizi kolaylıkla arıtabilirdiniz dünyanın çirkefinden. Yeter!.. Üst perdeden bu bayat teraneyi daha fazla dinleyecek değilim... Usçuluk, olguculuk vesaire... Düşünün, istesem bile tard edebilir miydim acaba ben melekleri hayatımdan? Buna gücüm yetecek miydi? Modern dünya modernliğini doya doya yaşadı. Ama konferanslarda söylendiği gibi değildi hayatta olup biten... Hele bilhassa benim için. Ben ki nice uçurumdan düştüm de melekler tuttu beni. Zehirlendim; zehri dünyaya geri kusturan yine meleklerdi. Ak kâğıt üzerine kara yazı dizerken hep anlardım: yalnızca melekler öğretebilirdi uygun ölçüleri. Bilhassa ben, evet, bilhassa ben meleklerin geniş kıldığı alan içinde seyrettim. Hem de “bahane” diye hafife almaya çalıştıkları o “insan olma” koşuşturmalarım sırasında, iki melek, sağ omzumda ve sol omzumda iki melek kurtardı dünyanın modern kıskacından beni. Sevaplarımı yazıyor o meleklerden biri. Ne zaman iyi bir iş işlemek aklıma düşerse, bir susuzluğu gidermek, bir yarayı dağlamak gibi, nerde pınar diye sormuyor o melek, beklemiyor demirin kızdırılmasını, bir sevap işlendi deyip hemen yazıyor. Sonra, ne zaman ki susuza ulaştırıyorum suyu, ne zaman ki yarayı dağlamak başarısına ulaşıyorum, o zaman bir sevap daha işlendi deyip bir daha yazıyor. Böylece her iyi niyetim bir ödüle dönüşüyor meleğin elinde. Ne var ki sol omzumdaki meleğin tavrı değişik. Bir bozgunculuk düşünürsem yada bir ihanet, bir yıkımı bütün ayrıntılarıyla tasarlamış olsam bile günahlı saymıyor beni. Bekliyor, bekletiyor kalemi ve şunu diyor: Son anda cayar belki. İşte ben bu iki melek arasında hep işin kolayını bularak yaşıyorum. İyi şeyler taşıyorum kafamda, yapmasam bile. Kötü şeyler... Onları kafamdan atmaya çalışmıyorum. Kafamdayken kimseye zararı yok diyorum nasıl olsa. Yapmayıveririm, kurtulurum. Ama kafamda canlanan iyi şeyler yüzünden bedenim bir evlek haline dönüşüyor sürekli olarak: iki melek gökten düşen tohumu o evlekte oyalıyor, eğlendiriyor. Bu yüzden bir insan elinin–elinizin- yakamda duruşu hiç hoş değil. Melekleri konu ederek bile olsa bir insan beni hesaba çekmemeli. Çünkü bakın, siz de Adem soyundan geldiniz benim gibi, sözünü ettiğim iki melek aynı zamanda sizin için. Varın size de bu kâtiplerin yazılarından, yazış tarzından yararlanın. Üstelik-uyarıyorum- beni gözlerinize bakmaya zorlama hakkına hiç sahip değilsiniz. Evet ama, bakacak göz aramak değil midir zaten bizim işimiz?


M’EL – ANGE /2 

“İNSAN SÖZ VEREBİLEN HAYVANDIR”. NIETZCHE BU TANIMIYLA MODERN ZAMANLARIN İNSANINA SANKİ ŞEYTAN’IN ADEM’İ KANDIRDIĞI GERKÇEYLE SESLENİYOR. EĞER İNSAN BİR TASARIMDIR DENİLMEK İSTENİYORSA, BUNA BİR İTİRAZIM YOK. AMA İNSAN KENDİ KENDİNİN BİR TASARIMI DEĞİL. YOLDAN ÇIKMA PAHASINA İNSANIN SÖZ VEREBİLDİĞİNİ FARZETSEK BİLE, O SÖZÜNDE DURABİLECEK GÜÇLE DONATILMAMIŞ. SÖZÜNDE DURABİLEN, ÇÜNKÜ SÖZ TUTAN YALNIZCA MELEK.


3. HISIMIM DEĞİL, BU YAKINLIĞI NEYLE AÇIKLAMALI?

Çoğu kez, yağmurları alkış,
alkışları yağmur olarak algılarız.
Birden boşanır bir alan açmak için her ikisi de.
Coşkuyla gelirler,ama beklemedik bir anda değil.
Yağmurdan önce gök kapanır
bir söz,bir hal ve tavır
kendini kapattığı anda patlar alkış.
Bekleriz yağmuru
alkışı bekleriz.
Yinede içimizde bir his: gelmeyebilir
Bilmeyiz yağmurdan ve alkıştan önce başa gelecek olan nedir.
Ya bu ikisi gelmez de; gelirse o bilmediğimiz!..
Yağmur ve alkış insanlara
yalnızca geldikleri için değil
yerlerine başka bir şey gelmediği için iyi gelir.
Her inen yağmur alkışlar birini desek yalan olmaz
söylenebilir alkışında insanlar için
can suyu yerine geçtiği,lakin yine de
bir başka şey var-alkış bağlantısını kuran:
O kanat sesleri hem yağmurun ve hem alkışın
arasından duyulan.
Bütün sesler içinden ayırdedilir
dallara,yollara düşen damlaların tıpırtısından
çarpışan iki elin şakırtısından ayırdedilir
meleklerin kanat hışırtıları.
Ve melekler nedense insanlara
sanki değecekmiş gibi yaklaşır
yağmur ve alkış sırasında.
Anlaşılmaz bu yakınlık
insanla melek arasında
biri balçık, biri nur
biri adları bilir
biri aldığı buyruğu şaşmaksızın
yerine getirir
insan savaşır sonuna kadar
yine de kılıç
meleğin elindedir. 


4. YA MELEKLER OLMASAYDI?

Biz insanlar “daha var” diyoruz. Doğrunun hasına, güzelin eksiksizine, haklının şaşmazına dokunmamıza daha var. Böyle diyoruz. Ama bir yandan da, geç kalmayı kendimize yediremediğimiz için; üstelik geç kalışımızın mazeretini-kabul edilmeye değer bile olsa- kendimiz beğenmediğimiz için “vakit yok” diyoruz. İndirgenemezi isteyene kadar var bir şey. Onu henüz istemiyoruz. Kendimize tanıklık etmek için ise kaybedecek vaktimiz yok. Asıl ele geçirmek istediğimize ulaşmadan kendimiz hakkında bir şey söylemek istemiyoruz. Oysa en ufak kıpırdanışımız için bile “ilk ve son” bilgisine muhtacız. Tarih boyunca geçtiğimiz yer küstah olmayan bir kahkahadır. Bir doygunluk şaşırtışı. Dayanma gücünün gizli itirafı. Neden gizli olsun bir itiraf? O bir dayanma gücüyse neden kendinden emin olmasın? Kötümser olabilecek yeterlikte deneyimimiz var. Bundan bir doygunluk sağlıyoruz. Kendimizdeki şaşırma yeteneğini keşfettiğimizde ise iyimserliğin kapısını ardına kadar açıyoruz. Devam edecek kadar dayanma gücümüz olduğunu açıkça itiraf edemiyoruz. Çünkü bunun bir başkaldırıya dönüşmesinden kaygı duyuyoruz. Tetikte olmayı feda etmediğimiz için güvenlikten feragat ediyoruz. İşte bu birbirini tutmaz parçalar arasındaki insicamı sağlayan; varoluşumuzla konumuz arasındaki gerginliği istikrara dönüştüren meleklerdir .Melekler olmasaydı estetik duygumuz bizi sadece cinayete sürükler, bildiklerimiz ise vahşetimizi pekiştirirdi. Bitmiş hali ancak hesap günüde belli olabilecek ve göründüğü kadarıyla tamamlanmamış bir tasarım diye algılayabildiğimiz varlığımız-biz farkında olsak da/ biz farkında olmadıkça- meleklerin desteğinden an be an yararlanıyor.




(DERGÂH/ Sayı: 60)