4 Temmuz 2012 Çarşamba

İSMET ÖZEL YAZILARI -15-

DEVLETİ ELE GEÇİRMEK

Hepimiz Türkçe'ye yapılan kötülüğün mağdurlarıyız. Şimdiye kadar siyasi olaylara dilin neler taşıdığını bilmeden yaklaştığımız için kendimizi buğulu ve efsûnlu bir konuşma ortamında bulmakta gecikmedik. Ortalıkta hep bazı kavramlar oldu; ama onların taraflarca üzerinde anlaşmaya varılabilecek bir açık anlama kavuşmasından hep kaçınıldı. 

Siyaset dilinin sarih ve fasih olmasına engel olanlar siyasi üstünlüğünü kaybetmek istemeyenlerdi. Türkçe'nin tahrip edilmesini çıkarına uygun sayanların hakimiyetine son verecek bir çabaya şahit olmadık. 



Eğer birisi bana devleti ele geçirmeye çalışıp çalışmadığımı sorsaydı, ben de ona bu sözleri sarf etmekle ne söylediğini bilip bilmediğini sorardım. Türkçe'de "ele geçirmek" tutmaya, yakalamaya yakın bir anlam taşır. Türkçe konuşanlar bir avın, bir haydudun, bir kadının ele geçirilmesinin ne demeye geldiğini anlar. Konumuzla en sıkı bağlantısı olan şey ise bir ülkenin ele geçirilmesidir. Savaşarak veya savaşmaksızın bir ülke, bir ülkenin toprakları ele geçirilir. Burada dikkat edilecek nokta savaş cereyan etmemiş olsa bile ele geçiren gücün silâhlı olduğudur. Türkçe konuşanlar ülkeyi ele geçirmekle devleti ele geçirmenin birbirinden farklı şeyler olduğunu da bilir. 

İkinci Dünya Savaşı'nda Almanlar Fransa'yı (ülkeyi) ele geçirmiş ve fakat devleti Fransızlara (Vichy hükümetine) bırakmışlardır. Denilebilir ki ülkeyi ele geçirmek tüketime konu olabilecek bir şey üzerinde hakimiyet kurmaya benzer. Oysa devlet tüketim konusu edilebilecek bir nesne değildir. Giderek devletin bir "nesne" olmadığını da belirtmeliyiz. İnsan hayatında devlet bir "amaç" olmaklığıyla yer sahibidir. Yani devlet eliyle bir şeylerin faal hale konulması söz konusudur. Devlet (iktisadi anlamda değil elbette) bir üretim alanıdır. Devletin nesneye dönük yanı devlet aygıtlarından ibarettir. Öyleyse devletin ele geçirilmesi ülkenin ele geçirilmesine ne kadar benzemezse silâhların ele geçirilmesine de o kadar benzer. (Silâhların neyi ürettiklerini merak ettiyseniz söyleyeyim: Silâhlar ölüm üretir.) 

Devleti, daha doğrusu, devlet aygıtlarını ele geçirme çabasında olduğu varsayılan birini küçümsemek mümkün değildir. Çünkü sadece bir amaca varmak gayesiyle devlet aygıtları ele geçirilmek istenebilir. Eğer bir ülke ele geçirilmek isteniyorsa o ülkenin kaynaklarının bazı insanların menfaatine hasredilmesi isteniyor demektir; ama ele geçirilmek istenen devlet ise dikkatlerin yoğunlaştırılması gereken husus eylemcinin amacının ne olduğudur. Yukarıdaki örneğe döndüğümüzde görürüz ki devlet aygıtlarını harekete geçiren işbirlikçi Fransızlar amaçlarını ülkeyi ele geçirmiş bulunan Almanlarla özdeşleştirmişlerdir. 



Yenişafak
25 Haziran 1999 Cuma 

İSMET ÖZEL YAZILARI -14-

KOPUK

Abdullah Öcalan'ın idamı gerçekleşirse bu vakıanın Türkiye'nin Avrupa'dan kopması sonucuna varacağı tehdidinden hepimiz haberdarız. Bu işin içinde bir iş var. Avrupa'dan kopma ifadesinin basit, kaba ve tek boyutlu bir yaklaşımın ürünü olduğunu sanmak beynelmilel ilişkilerin özüne tamamen yabancı kalmak demektir. Tehdidi savuran Avrupa öyle bir dil kullanıyor ki anlaşılmaya değerdir. 



Kopukluk ifadesinin bir gerçeğe işaret etmek üzere değil de bir tehdidi tecessüm ettirmek kastıyla kullanılması da anlaşılmaya değerdir. Avrupa'nın Türkiye'ye söylediği "Filânca işi yaparsan seni dışlamakta tereddüt etmem" şeklinde değildir. Avrupa bilakis, Türkiye'den bir gayret beklercesine: "Filânca işi yapmakla kendini benden koparmayı seçmiş oluyorsun" diyor. 
Mesele Avrupa'nın Türkiye'yi dışlaması hususunda odaklanmıyor. Zira Türkiye hiçbir zaman fiilî yapılanmanın iç işleyişini mümkün kılan esaslar bakımından Avrupa bünyesinde kabul edilmemiştir. Türkiye'nin Avrupa'yla bağlantısı bir tür "anlam" bağlantısıdır. 

OECD'den Avrupa İnsan Hakları örgütlenmelerine kadar bir çok kuruluşta Türkiye'nin varlığı o yapıda yer almasının olumlu beklentileri veya sunacağı katkı payı yüzünden değil; yer almadığı taktirde Avrupa'nın baş etmek zorunda kalacağı muhtemel "ekstra" sıkıntılar yüzünden tanınmaktadır. Üstelik Avrupa Birliği başta olmak şartıyla Türkiye'nin Avrupalı kuruluşlar yanında pek öyle ahım şahım bir ağırlığa sahip olduğunu söylemeye hiç birimizin gücü yetmez. Avrupa Türkiye'ye hiçbir dönemde kucak açmadı ki şimdi içinde bulunduğumuz şartlarda ve belli tutumlar sebebiyle onu tersliyor olsun. 

Öyleyse Türkiye'nin Avrupa'dan kopacağı tehdidinin zihniyet değişimine taallûk eden tarafının keşfi gerekiyor. Tehdit genç Türkiye Cumhuriyetiyle son yetmiş beş yılda Avrupa iktidar odakları arasında ihdas edilmiş ve kabul görmüş irtibat ağının geçersizliğine karar verileceği yönünde bir ağırlık sahibidir. Avrupa iktidar odakları Türkiye'nin ABD ve İsrail'le kuracağı muhtemel bağlantılarda kendi ölçüleri dahilinde bir meşruiyet meselesinin bundan böyle gündeme geleceğini ve meselelerin (ve bilhassa Kürt meselesinin) hallinde bir taraf olma imtiyazını Türkiye'ye tanımayacağı tehdidini savurmaktadır. 

Avrupa'nın Türkiye'ye söylediği "Ben seni kopartıp atıyorum" değildir. Türkiye'yi kendinin parçası saymadığı için böyle demiyor. Onun dediği: "Sen kopuk kalacaksın"dır. İşaret edilen Avrupalı zihniyetiyle düzenlenmiş bir dünyadaki kopukluktur. 




Yenişafak
2 Temmuz 1999 Cuma 

İSMET ÖZEL YAZILARI -13-

KAPATMA

Bir isim olarak "kapatma"nın aşağıdaki beş mânâya geldiğini hatırlamanın vaktidir. Sözlüklerden istifade ederek bu karşılıkları sıralamaya kalkıştığımızda aldığımız sonuç şöyledir: 1. Kapatmak işi. 2. Kapatılmış, tevkif olunmuş. 3. Bir erkekle nikâhsız yaşayan kadın, kapama, metres. Bir adam tarafından bir yere yerleştirilerek başkalarıyla münasebeti kesilmiş fahişe: O, filâncanın kapatmasıdır. Evli değildir, lâkin bir kapatması vardır. 



"Kapatmalarım da nikâhlım kadar beni başkasından kıskanırlar." -Hüseyin Rahmi Gürpınar. 3. Müzayedeye konmayıp gizlice alınmış, el altından bir adama ayrılmış (eşya). 4. Yolsuz olarak değerinden aşağı elde edilmiş (mal). 5. Basketbolde, elinde top olmayan bir oyuncunun ilerlemesine engel olma. Siyasi planda bu karşılıklardan hangisi kamuoyunu ilgilendiriyor? -Kapatmak işi. Gerçekte, siyasetin gerçeği içinde bizi bu karşılıklardan hangisi daha çok ilgilendirmelidir? -Fahişenin kapatılması. Lâtife yaptığımı sanmayın. Demokrasi tarihimizin en önemli olayı budur. Oy sahiplerinin siyasi partilere kapatmalık yapmasıdır.

Tek parti dönemi sona erer ermez siyasi partiler oy sahiplerini, oy verecek insan bloklarını nasıl kapatacaklarının hesabını yaptılar. Ceplerinden sigara paketini çıkarıp "Bu sigarayı beş kuruşa içeceksiniz!" diye haykırdılar. Asıl büyük kapatma 27 Mayıs 1960'tan sonra ortaya çıktı. Demokrat Parti ölmüş, öldürülmüştü. Metresini kim kapatacaktı? İsterseniz Yeni Türkiye Partisi'ne karşı müzayedeyi Adalet Partisi kazandı deyiniz; ama isterseniz oy sahiplerinin el altından Adalet Partisi'ne peşkeş çekildiğini de ileri sürünüz, kapatılan kapatanın kapağı altında kalmıştır. Bir diğer büyük kapatma da 12 Eylül 1980 sonrasında "dört eğilimi birleştirmek" yaftası altında gerçekleşti. Siyasi partilerin kendilerine kapatma arama çabaları sebebiyle yarım asrı aşan Türk demokrasi tecrübesi bir siyasi olgunlaşma süreci niteliği kazanamadı. Oy vermiş ve oy verecek insan blokları siyasi partiler tarafından fahişe muamelesine tâbi tutuldular. Oy sahipleri bir idealin takipçileri asla değildi. Onlar tasfiye edilmiş bir önceki etkin siyasi ajanın (partinin?) açıkta kalan metresiydi sadece. 

Önümüzdeki günler yeni bir ve birçok kapatmalara sahne olacağa benziyor. Artık bir mirası paylaşma derdiyle meşgul olmayacak siyasi partiler. Çünkü millet olarak DP gibi geniş destek bulmuş bir partinin cenazesinden dönüyor değiliz. Siyasi partiler çeşitli eğilimdeki bloklara parsa toplatmak gibi bir taktik gütmeyi de akıllarına getirmeyecekler. Çünkü devlet 12 Eylül öncesinde silahlandırılmış birçok fırsatçıyı 12 Eylül sonrasında farklı ve silâhsız elde edilecek fırsatlara sevk etmek gibi bir sorunu çözme zorluğuyla karşı karşıya değil. Daha tuhaf olan şu ki yeni kapatma ve kapatmalar bundan sonra siyasi partileri siyasi partilerin kapatmaları şimdiye kadar kullana geldiğinden daha çok kullanmaya müsait. 

Yenişafak6 Ocak 2001

İSMET ÖZEL YAZILARI -12-

BİRBİRİMİZİ KARALADIĞIMIZ MÜDDETÇE

Türkiye'de yaşayan bizler neyin peşinde olduğumuzu bilerek mi yaşıyoruz? En azından aynı ülkenin insanı olduğunu kabul ettiğimiz halde kendimize hasım saydığımız, bu yüzden de kayba uğramasını istediğimiz birileri varsa ve biz onların kayba uğramasını temin etmek üzere harekete geçmişsek, varacağımız sonuçtan kârlı çıkanın kendimiz olmayacağını fark edecek bilinçte miyiz? Ne yazık ki, hayır. Bilinç düzeyimiz iki şeyi irtibatlandırabilecek dereceye yükselmemiştir. 



İki şey: Türkiye için iyi olan Türkler için de iyi olmak zorundadır, vice versa. Bir şey nasıl Türkler için iyi, Türkiye için kötü olamazsa; Türkiye için iyi, Türkler için kötü olamaz. Bizlerin böylesi bir tutarlılık bilincinden mahrum kalışı toplumdaki ahlâk çöküşüne de hız veriyor. Ahlâkî çöküş, şahsi hesabımızın içine bütün Türkleri değil de, bir kısım Türkleri; bütün Türkiye'yi değil de Türkiye'nin bir kısmını dahil edişimizle akla sığmaz boyutlara uzanıyor. 

Bilinçsizliğimiz bilgisizliğimizin yavrusudur. 1980 öncesinde Sovyetler Birliği'nin dünya güçler dengesine tesir edebilecek mikyasta büyük bir unsur olduğu zannına kapılacak kadar koyu bir bilgisizlik ve aymazlık içindeydik. Doğu Avrupa'yı, İç Asya'yı nüfuzu altında tutan Sovyet gücünün etkisini Türkiye'yi de içine alacak ölçüde genişleteceği düşüncesini taşıyorduk. Bu düşünce bazılarımızda beklenti halini almıştı. Böyle özetlemekten başka çare bulamadığımız doğrultudaki eğilimler 1980 öncesinde Türkiye'deki siyasi öbekler arasında bir "pro-sovyetikleşme" yarışı başlattı. Bilhassa solculukla münteşir öbekler bir yandan kendilerinin Sovyet yanlısı oldukları hususunda birinciliği elde tuttuklarını kanıtlamaya, diğer yandan da Sovyetlerin Türkiye'deki öbekler arasında en çok kendilerine destek verdiğine herkesi inandırmaya çabalıyorlardı. Çabalarının sonuç hasıl etmesi için uyguladıkları propaganda tarzı da kendilerinden başka herkesi karalamaya dönüktü. Yani fasılasız bir gayret göstererek filâncaların niçin "pro-sovyetik" olamayacaklarını ortaya çıkarmaya uğraştılar. 

Berlin duvarı yıkıldı, Sovyetler Birliği dağıldı; ama Türklerin bilgisizliği ve bilinçsizliği bâki kaldı. Türkler "tek kutuplu dünya" dolmasını kolayca yuttular. Dolayısıyla artık Amerikancılık moda. Günümüzde Türklerin laik kesimi Amerika'nın Türk "irticacılara" tokat atması halinde işlerinin düzene gireceğini, içlerinin ferahlayacağını düşünüyor. Buna mukabil Atlantik ötesinden demokrasi himmeti umarak başörtüsü serbestisi kazanabileceğini düşünen Türkler de Amerika'nın Türk "Jakobenlere" sıkı bir sille aşk etmesi halinde önlerindeki engellerin kalkacağını, yüreğindeki buzların eriyeceğini umuyor. Hiç kimse vuran Amerika olduğu taktirde hangi Türk tokat yerse yesin mutlaka öbür Türk'ün de canının yanacağını akıl edemiyor. Hâlâ Türklerin Türkleri karalaması devam ediyor. Türkiye'nin işleri Türklerden sorulur denilemiyor. Her Türkün maruz kaldığı kötü muamelenin Türkiye'ye karşı işlenmiş bir suç olduğu fikrine yakınlık duyulmuyor. 



Yeni Şafak 6 Kasım 1999 

İSMET ÖZEL YAZILARI -11-

SÜTÜ BOZUKLARDAN BİRİ OLMADIĞINIZI VARSAYARAK

Haftada bir yayınlanan bu yazılarıma mektup adını vermek hoşuma gidiyor. Yaptığım iş resmiyetten, hani hep karşımıza baskı doğurucu bir türde çıkan o resmiyetten arınsın, kağıda döktüğüm sözler kabul edilebilir bir biçim hatırına harcanmış sözlerden daha farklı ve üstün olsun istiyorum.

Niçin?

Kafamdan sevdiklerime ve hattâ akrabalarıma hitap ettiğim düşüncesini henüz eksik etmediğim için. “Henüz” diyerek bir zaman sınırlamasına göndermede bulunuşumun yani kafamdan akrabalarımla sohbet ettiğim fikrini sileceğimi yahut nesir yazmayı hepten terk edeceğimin vakti gelebileceğini imâ edişim yazarlık mesleğine hangi sebeple intisap ettiğimle ilişkilidir. Yazarlık mesleğine intisabımın ise Müslümanlıkla ve şahsen benim ihtida edişimle doğrudan bağı var. İzah edeyim: Kendini bilen insanlar arasında soy şairlerin en imrenilecek mevkii tuttukları bir kültür içine doğdum. Türk edebiyatında bütün eserlerin aristokratça ilişkiler içinde değerlendirildiği bir çağdı. Kendini bilmeyenler her zaman olduğu gibi o zaman da vardı. Kendini bilenlerin onları, yani yetersizleri hoşgörü ile karşılamalarının sebebi, sağlamı çürükten ayıracak ölçülerin edebiyattan anlayanların elinde bulunmasıydı. Bu şartlar atında kendi kendini seçmiş seçkin bir çevre adeta sanat komiserliği yapıyordu.
1963 yılında Nâzım Hikmet’in şiirlerine nasıl burun kıvrıldığını, 1967 yılında “Sabah şairin üstüne saldırıyor mısraını yazmış olmamın cüretkârlık gibi yorumlandığını, kendimi şimdiden şair olarak adlandırmakta pervasız addedildiğimi hatırlıyorum.

Yıllar boyu Türkiye’de kendini bir değerler ıskalası oluşturma çabasına adamış insanların maruz kaldığı acımasız çalkantı modernlik kültürü içinden süzülüp gelen aristokratça ilişkilere tedricen son verdi. Benim ihtidam andığım ve artık son bulmuş olan sürecin tam ortasında gerçekleşti. Modernliğe haklılık kazandıran her şey baş aşağı gidiyor ve Türkiye kocaman bir şişeye doldurulmuş zeytinyağı ve sirkenin uzaktan bakılınca aynı sıvı gibi algılanmasına yol açacak şiddette çalkalanıyordu.
Bu durumda Türk toplumunu sıhhat kazanması için muhtaç olduğu ayırımlardan haberdar etmek bir görevdi. Kültür ve siyasetin sol kanadında yer alanların tekebbürü ve sağ kanattakilerin de fırsatçılığı aleyhine bir şeyler yapılması gerekiyordu. Gerekeni kim yapacaktı? Şiir alanında sahip olduğum mevkie istinaden bunu ben yapabileceğimi düşündüm. Bir başkası düşünüp de bana iş buyurmadı. Üstelik yazarlık mesleğine adım atmam sebebiyle kimse benden bir işlevi yerine getirmem isteğinde bulunmadı, ben de kimseye neyin peşindeyse yürüttüğü o işe destek olacak bir hizmet sunma girişimi içine dalmadım.

Şiir dışında bir şeyler yazmış olmam anlamsızlığa gark olmadı. Devamlı veya mevsimlik okuyucularımın doğmuş bulunması Türkiye’de “eski hamam, eski tas” denilmesine cevaz vermiyor. Yine de sarih bir şekilde biliyorum ki benim yazarlığım Türkiye’deki düşünce hayatında hiçbir tashih edici etki uyandırmadı. Uyandırabilir miydi?
Bunu bilemeyiz. Bildiğimiz şey sol kanattaki tekebbürün ve sağ kanattaki fırsatçılığın Türkiye’yi felâkete sürüklediğidir. Yayınladığım kitaplar halen “satıyor” olsa da Müslüman bir yazar olarak ben kadük (caduc) kaldım ve Türkiye uğradığı felâketin ne olduğu hususunda bile gaflete dalmış insanlarla tıka basa doludur. Bu durum dolayısıyla ah ü vah ettiğimi sanmayın.
Çünkü yazarlığımı hiçbir zaman bir misyonerlik gibi görmedim. Benim yazarlığım bunca yıl benim bencilce yürüttüğüm bir iş olarak süregeldi. Eğer rızkımı temine yaramasaydı bu işe elimi sürmezdim. Geçimimi yazarlıktan temin ettiğim halde nabza göre şerbet vermemiş olmaktan gurur duyuyorum.
Hele dikkatler gönül eğlendirici şeylerden bahsederek vakit geçirmediğime çevrilecek olursa talihli bir yazar olduğum bile söylenebilir. Cuma Mektupları vesilesiyle ne ben, ne de okurlarım gönül eğlendirmiş oluyor. Sadece insanlara mahsus bir iletişime yönelmiş olmak kâfi değil mi? Yazdıklarım sebebiyle beni arayan, benden mektup bekleyen birileri varsa, onlar bilsin ki ben de onları arıyorum; benim de bir noksanım onlara hitap ettiğim, edebildiğim nispette giderilmiş oluyor.

Solcuların tekebbüründen, sağcıların fırsatçılığından hiçbir şey eksilmedi. Neden?
Çünkü her iki kanat da Türkiye’nin yön tayin edici değeri olarak İslâm’ı tanımamakta ısrar ediyor. Solcular Türkiye üzerindeki kâfir hakimiyeti arttıkça yerlerini sağlamlaştırmaktan dolayı her gün biraz daha kâfir hakimiyetinden doğan rantı gasp etme fırsatçılığından besleniyor. Ben şimdiye kadar ne yazdımsa yazdıklarımı okuyanların sütü bozuklardan biri olmadığını varsayarak yazdım.
Sonunda tekebbüründen vazgeçmeyen solcuların ve fırsatçılığın kârını azamiye çıkarmayı bilen sağcıların halkı tesir altında bırakma yarışında birbirlerini geçmek suretiyle mesafe kat ettiklerine şahit oldum. Benim Türk/gâvur ayırımını vurgulayarak anlatmaya çabalamam sanki bir patinaj. Yine de ben yazdıklarımın helâl süt emmişlere ferahlık sağladığı ferahlığını hissediyorum. Meselâ şöyle şeylerin:

Türkçe deyimler arasında yer alan “suya sabuna dokunmamak” bir yandan insanın bulaşmaz kalması tavsiyesini akla getiriyor; ama öte yandan pis kalmayı, pisliği olduğu gibi bırakmayı, dünyanın kiriyle baş etme çabasından uzak durmayı öneriyor.

Öyle ya, suya sabuna dokunursak ya kendimizi, ya kendimize ait bir şeyi temizleyip arıtma veya kendimizin dışında olsa bile elimizin ulaşabileceği bir şeyin temizlenmesine emek harcama sürecini başlatmış olacağız. Buna karar verdik diyelim. Madem suya sabuna dokunmamak dünyadaki kirli işlerin devamını kolaylaştırıyor ve bizim gönlümüz de bu edilgin konumun doğurduğu suçu yüklenmeye razı değil; o halde suya da sabuna da dokunacağız. Acaba su ve sabun onlardan beklediğimiz sonucun elde edilmesine kâfi gelecek mi?
Yoksa suya sabuna dokunur dokunmaz temizleme ve temizlenme fırsatını büsbütün kaçıracak mıyız?

Dünyada pis işler dönüyor. Eğer gemisini kurtaran kaptan düşüncesiyle hareket etmeye kalkışır ve oynanan oyundaki sayı yapan elemanlardan biri olmaya çabalarsak bizim de bu pis işler içine dalmaktan başka bir çaremiz olmadığını göreceğiz. Yok eğer, sayıyı kim yaparsa yapsın, dünyada dönen kirli işlere bir yenisini biz kendi elimizle ilâve etmeyelim demişsek, işte o zaman suya sabuna dokunmadan hayatımızı idame ettirmenin bir yolunu aramayı seçmiş olacağız. Diyelim ki seçtiğimiz bu tutum bizi cinayet işlemekten alıkoydu.
Yine de bizim cinayete seyirci kaldığımız gerçek değil mi? Dünyada pis işler döndüğünü bilmeseydik kimsenin tavuğuna kışt demeden yaşıyor olmanın gönül ferahlığını duyabilirdik. Halbuki bizim kışt demediğimiz o tombul tavuk yetimin hakkı olan daneleri bizim duyarsızlığımızdan, bizim aldırışsızlığımızdan, bizim yumuşak başlılığımızdan ötürü gövdeye indiriyor.

Ne yapalım? İki pislikten biri içinde bulunmak açmazına mı düştük? Dünya hayatı içinde önemli bir yer sahibi olmak istiyorsak bunu kendi elimizden bazı pislikler sâdır olmadıkça yapamayacağız. Çünkü bize koşulan ve bizim de kabullendiğimiz şartlar öyledir ki dinsizin hakkından ancak imânsız gelebiliyor. İmânımızı feda etmeye yanaşmadığımız için dinsizin egemenlik alanını günden güne genişletmesi karşısında sesimizi çıkarmıyoruz.
Yani elimizi pisliğe bulaştırmadan yaşamanın yolu çirkefin olduğu yerde kalmasına rıza göstermekten geçiyor.

Demek ki mesele bize koşulan şartlarda ve bizim onları kabul edişimizde; daha doğrusu bize şart koşulmasına fırsat verecek bir hayattan başkasını bilmeyişimizdedir. Hakikat şu ki açmaz sadece ahiret yurdunun hayrına bigâne kalanlar içindir.
Dinsizin hakkından gelmek diye başlı başına bir işlev icat edenler onlardır ve onlar dinsizin hakkından gelinse de gelinmese de imân edenlerin birbirleri için değer ve önem sahibi olduğunu bilmezler.

(Gerçek Hayat, 14 Şubat 2003 tarihli Cuma Mektubu)

İSMET ÖZEL YAZILARI -10-

BAĞLANTI DEĞİL;BAĞ
Kurban Bayramı esnasında yakınlığa dair bir çift söz etmeli. Bu vesileyle bir çeşit mahkûmiyet hissiyle hemhal olduğum yazarlığın ürettiği ve türettiği yakınlığı sorgulamak istiyorum. Yazmak ne işe yarar? Gereken şeyin yazdıklarımı okuyan bir kesim insanla aramızda sıkı ve feda edilmesi zor bir bağ bulunması olduğunu yıllar bana öğretti. Hem bulmak, hem de bilmek için meğer yıllar gerekiyormuş. Yıllar gerekli; ama yeterli değil.

İnsanla insan arasındaki en sahici bağı "endişe" ihdas ediyor. Netice-i kelâm, yazan ve okuyanlar olarak "biz" bir şekilde birbirimize bağlı kalmayı iyi sayıyoruz. Yazmak ne işe yarar sorusunun cevabının bağlanmayı mümkün kılmak olduğu söylenebilir. Olan bitenin hepsi bundan ibaret değil; bir de endişeyi devreye sokmaksızın yazılanları okumak suretiyle yazarla bağlantı kurmaya çabalayan ve/veya bu bağlantıyı kurduğuna inananlar var.

Bu ikinci kategoridekiler önyargıları pohpolandığı zaman mest olan, buna mukabil yazdıklarım arasında önyargılarına ters düşen bir şeye rastladıkları zaman saldırıya geçen türden kimselerdir. Yani yazı dünyasında bir bağlı olduklarımız var, bir de bağlantılı olduklarımız.

Kelimeler mânâyı ele veriyor. Bağ dediğimiz zaman hem bağlanmaya aracı olan (ayak bağı, saç bağı, diz bağı gibi) şeyi, hem de bağlanmanın kendisini kastederiz. Yani bağ hem yakınlaştırıcı olandır, hem de doğrudan doğruya yakınlıktır. Oysa bağlantı dediğimiz zaman fazladan kurulmuş ilişki sebebiyle gerçekleşen teması dile getirmiş oluruz. Türkçe'de "nt" ile yapılan kelimeler istenmeyen bir çoklaşmayı anlatır. Çıkıntı, sıkıntı, süprüntü, eklenti, birikinti, çalkantı ve devamı...
Hayat tecrübesi kavramına karşılık bulma çabasıyla türetilen "yaşantı" kelimesi kaideyi bozarmış gibi görünüyor. Yaşantı için istenmeyen çoklaşma açıklaması uygun düşmüyor mu acaba? Düşüyor elbet. Hayat tecrübesi diye bildiklerimiz hep karşılaşılan zorluklar ve aldanışlardan ibarettir. İşte bu sebepten dolayıdır ki bağlantı zoraki yakınlaşmanın adı olmalıdır. Bağlantı dediğimiz sığ ve yüzeyden ilişkidir. Bağlantıyı kurmak da kesmek ve koparmak da kolaydır, pek önemli sayılmaz. Halbuki bağlar çözüldüğü zaman hayatımızda büyük değişmeler gerçekleşir. Bağların kopmasından hepimiz korkarız.

Kurban bayramı vesilesiyle kimlerle ve nelerle yakınlık kurduğumuza bir kez daha göz atalım. Acaba bayram hayatımızda nelerin fazlalık olduğunu mu bize öğretiyor; yoksa hayatımıza fazlalıklar tıkıştırmaya mı bizi kışkırtıyor? Daha sonra her şeyle olan yakınlaşmamızın bizimle o şey arasında bağlar mı yoksa bağlantılar mı tesis ettiğini bir yoklayalım. Kalbimizi yoklayalım. Kalbimizin olup olmadığına da bir bakalım. Eğer varsa yerinde midir, olması gereken yerde midir diye meraklanalım.



Yenişafak / 6 Mart 2001

İSMET ÖZEL YAZILARI -9-

M’EL – ANGE / 1 VE M’EL – ANGE /2
1. İSTESEM DE TARD EDEBİLİR MİYDİM MELEKLERİ HAYATIMDAN? 

Omzumdan tutarak, pek bilmiş biri, omzumdan tutarak ve çehremi kendinden yana zorla çevirerek konuşuyor: Dünyanın bu çirkefe batmış hali senin ve senin gibilerin yüzündendir. Siz dilinizden inanç sözünü düşürmeyen, yahut ‘inanmıyoruz’ diyenlerin yanında ‘inançlılar’ kaydı altında toplananlar, sizler melekleri hayatınızdan tard etmemiş olsaydınız her şey çok farklı, kuşku yok ki çok daha olumlu cereyan edecekti. Bu hesap soran tavır yoğun bir tedirginlik salıyor üzerime. Gerçekten öyle mi? Ben miyim dünaya uğrayan bunca belânın sebebi? Meleksizleşmek! 

Hayır, bu rengin üzerimde iyi durduğunu hiç sanmıyorum... Şimdiye dek benim bütün yaptığım “insan olmak!” “insan olmak!” diye dolanıp durmaktan başka değil belki. Gittiğim en uzak yer, olsa olsa kendini benden gizleyen zerrinlerin peşi sıra daldığım kuytulardı. Ufkumda hangi karaltı belirse o yöne koştuğum; sonra gözüm o yörenin karanlığına alışınca aradığımın oralarda bulunmadığını anlayıp yakındığım; bir denizanasına zerrin bulmak hayaldir diye sayıkladığım doğrudur. Nevrozlarını yokladım, evet, Jules Laforgue’un. Gustav Mahler’in uzun cümleleri arasına sızmış olan korkuyu korkusuzca izledim. Hepsi bu. Ben de nihayet vaktin bir oğluyum. Nasıl olurdu da benim insan olma çırpınışım melekleri kaçıran bir sebep haline dönüşebilirdi? Ürküntüyle, bu haksız suçlamadan kurtulma telâşıyla “nasıl olur” çığlığı fırlatıyorum adama. Bilgiç adamın açıklaması şöyle: Öncelikle meleklerin Adem’e niçin secde ettiğini yanlış anlamak hoşgöründü size. Adem soyundan gelmenin size bir girişim yetkisi sağladığını sandınız. Yaratılışı öğrenme çabası göstermek yerine onu açıklamaya ve açıklamalarınızı kanıtlamaya kalkıştınız, yaratılmış olana buyruk saldınız. Dahası, Şeytan size secde etmedi diye gizlice kıskandınız onu, kendi kaçamaklarınızın sorumluluğunu Şeytan’ın gücüne havale etmeye yeltendiniz. Eğer insan olmak bahanesiyle melekleri hayatınızdan kovmamış olsaydınız bu bulaşıcı kentlerin kokuşmuşluğu, sağırlaşan ırmakların bu ilenci ve iffetini koruyamadığı için kendini iğdiş etmiş bu ormanlar karşınıza çıkmayacaktı. Giysilerinizi kolaylıkla arıtabilirdiniz dünyanın çirkefinden. Yeter!.. Üst perdeden bu bayat teraneyi daha fazla dinleyecek değilim... Usçuluk, olguculuk vesaire... Düşünün, istesem bile tard edebilir miydim acaba ben melekleri hayatımdan? Buna gücüm yetecek miydi? Modern dünya modernliğini doya doya yaşadı. Ama konferanslarda söylendiği gibi değildi hayatta olup biten... Hele bilhassa benim için. Ben ki nice uçurumdan düştüm de melekler tuttu beni. Zehirlendim; zehri dünyaya geri kusturan yine meleklerdi. Ak kâğıt üzerine kara yazı dizerken hep anlardım: yalnızca melekler öğretebilirdi uygun ölçüleri. Bilhassa ben, evet, bilhassa ben meleklerin geniş kıldığı alan içinde seyrettim. Hem de “bahane” diye hafife almaya çalıştıkları o “insan olma” koşuşturmalarım sırasında, iki melek, sağ omzumda ve sol omzumda iki melek kurtardı dünyanın modern kıskacından beni. Sevaplarımı yazıyor o meleklerden biri. Ne zaman iyi bir iş işlemek aklıma düşerse, bir susuzluğu gidermek, bir yarayı dağlamak gibi, nerde pınar diye sormuyor o melek, beklemiyor demirin kızdırılmasını, bir sevap işlendi deyip hemen yazıyor. Sonra, ne zaman ki susuza ulaştırıyorum suyu, ne zaman ki yarayı dağlamak başarısına ulaşıyorum, o zaman bir sevap daha işlendi deyip bir daha yazıyor. Böylece her iyi niyetim bir ödüle dönüşüyor meleğin elinde. Ne var ki sol omzumdaki meleğin tavrı değişik. Bir bozgunculuk düşünürsem yada bir ihanet, bir yıkımı bütün ayrıntılarıyla tasarlamış olsam bile günahlı saymıyor beni. Bekliyor, bekletiyor kalemi ve şunu diyor: Son anda cayar belki. İşte ben bu iki melek arasında hep işin kolayını bularak yaşıyorum. İyi şeyler taşıyorum kafamda, yapmasam bile. Kötü şeyler... Onları kafamdan atmaya çalışmıyorum. Kafamdayken kimseye zararı yok diyorum nasıl olsa. Yapmayıveririm, kurtulurum. Ama kafamda canlanan iyi şeyler yüzünden bedenim bir evlek haline dönüşüyor sürekli olarak: iki melek gökten düşen tohumu o evlekte oyalıyor, eğlendiriyor. Bu yüzden bir insan elinin–elinizin- yakamda duruşu hiç hoş değil. Melekleri konu ederek bile olsa bir insan beni hesaba çekmemeli. Çünkü bakın, siz de Adem soyundan geldiniz benim gibi, sözünü ettiğim iki melek aynı zamanda sizin için. Varın size de bu kâtiplerin yazılarından, yazış tarzından yararlanın. Üstelik-uyarıyorum- beni gözlerinize bakmaya zorlama hakkına hiç sahip değilsiniz. Evet ama, bakacak göz aramak değil midir zaten bizim işimiz?


M’EL – ANGE /2 

“İNSAN SÖZ VEREBİLEN HAYVANDIR”. NIETZCHE BU TANIMIYLA MODERN ZAMANLARIN İNSANINA SANKİ ŞEYTAN’IN ADEM’İ KANDIRDIĞI GERKÇEYLE SESLENİYOR. EĞER İNSAN BİR TASARIMDIR DENİLMEK İSTENİYORSA, BUNA BİR İTİRAZIM YOK. AMA İNSAN KENDİ KENDİNİN BİR TASARIMI DEĞİL. YOLDAN ÇIKMA PAHASINA İNSANIN SÖZ VEREBİLDİĞİNİ FARZETSEK BİLE, O SÖZÜNDE DURABİLECEK GÜÇLE DONATILMAMIŞ. SÖZÜNDE DURABİLEN, ÇÜNKÜ SÖZ TUTAN YALNIZCA MELEK.


3. HISIMIM DEĞİL, BU YAKINLIĞI NEYLE AÇIKLAMALI?

Çoğu kez, yağmurları alkış,
alkışları yağmur olarak algılarız.
Birden boşanır bir alan açmak için her ikisi de.
Coşkuyla gelirler,ama beklemedik bir anda değil.
Yağmurdan önce gök kapanır
bir söz,bir hal ve tavır
kendini kapattığı anda patlar alkış.
Bekleriz yağmuru
alkışı bekleriz.
Yinede içimizde bir his: gelmeyebilir
Bilmeyiz yağmurdan ve alkıştan önce başa gelecek olan nedir.
Ya bu ikisi gelmez de; gelirse o bilmediğimiz!..
Yağmur ve alkış insanlara
yalnızca geldikleri için değil
yerlerine başka bir şey gelmediği için iyi gelir.
Her inen yağmur alkışlar birini desek yalan olmaz
söylenebilir alkışında insanlar için
can suyu yerine geçtiği,lakin yine de
bir başka şey var-alkış bağlantısını kuran:
O kanat sesleri hem yağmurun ve hem alkışın
arasından duyulan.
Bütün sesler içinden ayırdedilir
dallara,yollara düşen damlaların tıpırtısından
çarpışan iki elin şakırtısından ayırdedilir
meleklerin kanat hışırtıları.
Ve melekler nedense insanlara
sanki değecekmiş gibi yaklaşır
yağmur ve alkış sırasında.
Anlaşılmaz bu yakınlık
insanla melek arasında
biri balçık, biri nur
biri adları bilir
biri aldığı buyruğu şaşmaksızın
yerine getirir
insan savaşır sonuna kadar
yine de kılıç
meleğin elindedir. 


4. YA MELEKLER OLMASAYDI?

Biz insanlar “daha var” diyoruz. Doğrunun hasına, güzelin eksiksizine, haklının şaşmazına dokunmamıza daha var. Böyle diyoruz. Ama bir yandan da, geç kalmayı kendimize yediremediğimiz için; üstelik geç kalışımızın mazeretini-kabul edilmeye değer bile olsa- kendimiz beğenmediğimiz için “vakit yok” diyoruz. İndirgenemezi isteyene kadar var bir şey. Onu henüz istemiyoruz. Kendimize tanıklık etmek için ise kaybedecek vaktimiz yok. Asıl ele geçirmek istediğimize ulaşmadan kendimiz hakkında bir şey söylemek istemiyoruz. Oysa en ufak kıpırdanışımız için bile “ilk ve son” bilgisine muhtacız. Tarih boyunca geçtiğimiz yer küstah olmayan bir kahkahadır. Bir doygunluk şaşırtışı. Dayanma gücünün gizli itirafı. Neden gizli olsun bir itiraf? O bir dayanma gücüyse neden kendinden emin olmasın? Kötümser olabilecek yeterlikte deneyimimiz var. Bundan bir doygunluk sağlıyoruz. Kendimizdeki şaşırma yeteneğini keşfettiğimizde ise iyimserliğin kapısını ardına kadar açıyoruz. Devam edecek kadar dayanma gücümüz olduğunu açıkça itiraf edemiyoruz. Çünkü bunun bir başkaldırıya dönüşmesinden kaygı duyuyoruz. Tetikte olmayı feda etmediğimiz için güvenlikten feragat ediyoruz. İşte bu birbirini tutmaz parçalar arasındaki insicamı sağlayan; varoluşumuzla konumuz arasındaki gerginliği istikrara dönüştüren meleklerdir .Melekler olmasaydı estetik duygumuz bizi sadece cinayete sürükler, bildiklerimiz ise vahşetimizi pekiştirirdi. Bitmiş hali ancak hesap günüde belli olabilecek ve göründüğü kadarıyla tamamlanmamış bir tasarım diye algılayabildiğimiz varlığımız-biz farkında olsak da/ biz farkında olmadıkça- meleklerin desteğinden an be an yararlanıyor.




(DERGÂH/ Sayı: 60)