4 Temmuz 2012 Çarşamba

İSMET ÖZEL YAZILARI -8-

İŞİN ASLINI BİLEN KİM?

Bize hitaben bilmediğimiz yabancı dilde yazılmış bir mektup elimize ulaştığında yapacağımız iş, o yabancı dili bilen ve orada neler yazdığını kendi dilimize (veya bildiğimiz herhangi bir dilde) bize aktaracak birini arayıp bulmaktır. Böyle bir durumda işin aslını bilenin her iki dili de anlama yeterliğini gösteren olduğunu ister istemez kabul ederiz. Aldığımız mektup kendi dilimizde, ama yabancı olduğumuz bir konuda veya üslûpta yazılmışsa, o zaman konuyu bilen, üslûba aşina bir kimseye başvurmak gereğini duyarız. Bu ikinci durumda da bilgisi bizim bilgimizi aşan kişi işin aslını bilen sayılır. Demek ki işin aslını bilen deyince yabancıyı yerli kılma başarısını göstereni, uzaktakini yakınlaştırmayı sağlayanı anlıyoruz. Yani işin aslı her zaman “bize bitişik” olandır.

Bir de düşünün ki mektup sevgilimizden gelmiş olsun. Elimizdeki yazı ne kadar okunaksız, bahsedilen şeyler ne kadar karmaşık, imalar ne derecede netâmeli olursa olsun şifreyi çözdürmek için bir insan aramayız. En yakın arkadaşımıza bile gidip “ne diyor bu?” diye sormayız. Yanlış anlasak dahi en yakınımızdan bize ulaşan işaretin yorumunu kendimizden başkasının eline bırakmayız. Çünkü iki sevgili arasında “işin aslını bilen” ikisinden bir başkası olamaz. Olursa o ikisi sevgili olamaz.
İnsan tekil olarak gözümüzü açtığımız kainat, dış dünya, zâhir dediğimiz vakıa belli ki bize gönderilmiş bir mektuptur. İnsanoğlu önce bu mektubun kendine hitaben yazılıp yazılmadığını anlamak zorunluluğu ve hatta zorluğu ile karşı karşıya kalır. İnsanları tâbi tutacağımız ilk sınıflama kendilerini kâinat mektubunun muhatabı sayanlar ve böyle bir hitaba bigâne kalanlar olmalıdır. Muhatab dediklerimiz, hangi kültür içinde olursa olsun havâss özellikleri taşırlar. Çünkü bunlar saymayı bildikleri için sayılmayı hakedenlerdir. Diğerleri, yani kendilerine seslenildiğinden habersiz kalanlar avamdır. Onlar sürüyle sürüklenirler.
Elbette, kâinat mektubundan haberdar olmakla işin aslı bilinmiş olmaz. İkinci sınıflamamız mektubun diline yabancı kalanlar ve bu dille ünsiyet kuranları içine alır. Dile yabancı kalan kimse, dünyadaki hayatını dünyada tesis edilmiş uzlaşmalarla yürütenler arasına girer. Onlar mektubun tercümesini bekleyerek, bu tercümeye isnad ederek yaşar. Dille ünsiyet kuranları da bir mücahede bekler; çünkü mektubu anlamak her anlayanın ferdi mesuliyetini gerektirir.
Tasnifimizin üçüncüsü dile aşina olanların ikiye ayrımı yoluyla yapılır. Ferdî mesuliyetini kabul edenlerin bazıları kendilerini aldıkları haberin çerçevesinde terbiye etmeye bırakmışlardır.

Diğer bazıları ise ferdi mesuliyetlerini gitgide daha ferdi kalma yolunda yerine getireceklerine inandıklarından “konu” dışı kalırlar. Bir bakıma yaptığımız insan tasnifinin daireye, iç içe çemberlerden oluşan bir daireye benzediğini söyleyebiliriz. Dairenin merkezinde “aşk” vardır. İnsanlar uzaktan veya yakından gönlün etrafında dönerler. İşin aslını iyi bilen işin içinde olandır.
Başlangıçtan bu yana insan etkinlikleri işin aslını bilmeye yönelmiş halde devam edegelmiştir. Sanatçılar, filozoflar, bilim adamları, yüzyıllar, binyıllar boyunca kâinat mektubunu okumayı bilen kişiler sayılarak toplum içinde yer sahibi oldular. Onların dile getirdiklerine bakarak insanlar kendilerine bir mektup gönderildiğinden haberdar oldu; insanlar bazan sanatın, felsefenin, bilimin verimleriyle kâinat mektubunun doğru anlaşıldığını, en azından bu yolda bir mesafe katedildiğini kabul ettiler.

Oysa kâinat kendini zâhir olarak sunuyor ve insanlara görünenden geçerek görünmeyene ulaşma imkânı olarak insanlara hitap ediyordu. Kâinat mektubunu okuma iddiasında bulunan sanatçı, filozof, bilim adamları, eserleriyle zâhire zâhir kattılar. Bilim, felsefe, sanat birer dünya kurarak kendi anlaşılma gereklerini kâinat mektubunun karşısına koydu. İnsan elinden çıkma bir işaretler silsilesi asıl işaretin yerini tutacak bütünlükleri temsil eder oldu.

Bilim kâinat mektubunun bilmediğimiz bir yabancı dilde yazıldığını varsayarak mektubu anca küçük bir azınlığın anlaşacağı bir insan diline tercime etti. Felsefe kâinat mektubunda anlaşılmayan hususun konuya ilişkin olduğunu kabullenerek mektuptan anlaşılabilir bir başka konu çıkarma girişiminde bulundu. Sanat ise kâinatın insan-üstü üslûbunun ulaşılamazlığını görerek anlaşılmaya değer bir farklı insani üslûp ortaya koydu. Böylece bilim bir dil kurdu, felsefe bir konu ortaya attı, sanat biçim geliştirdi.
İşi aslının zahiri bâtınla irtibatlı kılmak suretiyle bilinebileceğini sâliklerine gösteren yüzyıllar, binyıllar boyunca yalnızca din oldu. Din kâinatın mektubuna bütün insanların teker teker muhatab olmaları yolunu açıyor; yaratılmış olanın yaratıcı ile olan irtibatının herhangi bir dolayımdan geçmesini öngörmüyordu. Kâinatın mektubu yalnızca bir hitap olarak kalabilecekse ve bir hitap olarak işlevini yerine getirebilecekse insandan bir dalganın yükselmesi, harekete geçmesi gereklidir. Böyle bir yükselişi, böyle bir atılışı bir başka insan, bir ayrı yapı, bir kurum insan adına ve insan lehine olarak üstlenemez. Yani sevgilinin yazdığı mektubun sevgili tarafından anlaşılmasından daha uygun bir yol bulunamaz.

Zâhir ile bâtın arasındaki uyumu var’la yok arasındaki ilişki tadılır kılabilir. Dinin teklif ettiği teslimiyet bütün yanılgıları aşarak görünenin ötesini gözlemleme yolunu açar. Yoksa teslimiyet dediğimiz kendi kendini zorunluluk içinde hoşnutsuzluk veren yanılgılara sırtını dönerek, gönüllü bir yanılgıya dalıvermek değildir.
Bilim, felsefe, sanat da insan için bir takıntı, kendi mevcudiyetinin bir dayatması olmadıkları yerde, yani kişioğlundan bâtınî bir dalganın yükselmesine hız kazandırdıkları ölçüde yararlı bir görev üstlenebilir. Ne var ki bu yarar insan için ulaşılacak yer olduğunu hatırlatmakla sınırlıdır. Ulaşılacak yerin neresi olduğunu bildirme, gönül imkânının sahiciliğini tattırma gücü ve yumuşaklığı sadece din alanındadır.


(Tahrir Vazifeleri'nden)

İSMET ÖZEL YAZILARI -7-

İNTİSABINIZ,MERTEBENİZ,EMÂRETİNİZ

Genel Kurmay Başkanı ile Başbakan arasında bir tutum farkı var mı? Bu iki zatın yürüttüğü işler birbirlerine aykırı yöntemler uygulanarak mı yerine getirilebilir? Böyle sorulara cevap bulmak için bazı durumların müzakere edilmesine, yani daha çok sorunun cevap bulmasına gerek vardır. Mesela, bir işe başladınız. Neresi olursa olsun, o yere intisap etmeniz söz konusu olduğunda sizin hakkınızda ne düşündüler? Bu kişi sahip olduğu vasıflarıyla bize katkıda bulunacak, ufkumuzu genişletecek, bir terakkiye vesile olacak mı dediler? 

Yoksa girdiğiniz yere kabulünüze sizin her nasılsa yürüyen işleri, yani sizi İşe alanların yürüttükleri işleri kurcalamayan uyumlu tabiatınız mı sebep oldu? Sizi tercih etmelerinin sebebi geçmişinizde etliye, sütlüye karışmayan tutumunuz mu?

Rütbeniz yükseldi. Bu mertebeye gelmeniz göze batan başarılarınızın mahsulü mü? Başarısızlıklarınız yüzünden vakit kaybettiniz mi? Yoksa size terfi yolunu açan gözünüzün önünde cereyan eden bunca olay dolayısıyla hiç mesele çıkarmamış oluşunuz mudur? Her kademede sizin yükselişinizin yüksekte bulunan hiçbir zevat için tehlike arz etmeyişi mi sizi buraya getirdi?

Artık amirsiniz. Sizinle birlikte çalışan insanlar başında olduğunuz işlerin hakkıyla yapılıp yapılmadığına dikkat ettikleri zaman, bu sizi kuvvetlendiriyor mu? Yoksa gücünüzü durumu kurtarmayı bilen, çalışma düzenine hiçbir sarsıntı getirmemeyi becerebilen memurlarınızdan mı alıyorsunuz? Size sizden öncekiler ne yaptıysa siz de sizden sonrakilere onu mu yapıyorsunuz?

Sorular bunlar. Hangi sektörde olursa olsun Türkiye'de çalışma hayatının Türkler lehine düzenlenip düzenlenmediği yukarıda sıralanan sorulara verilen cevaplardan anlaşılacaktır. Giderek bu sorular yüzünden Türkiye'de Türkler için bir çalışma hayatı olup olmadığı merak konusu olabilecektir. Eğer Türkiye'de bir çalışma hayatı yoksa ve çalışanlar birer esir değilse milyonlarca insanın bunca uğraşıp didinmesine ne ad vereceğimiz muallakta kalacak.

Varsın muallakta kalsın. Bu boşluktan hiç birimiz rahatsızlık duymuyoruz. Öyle görünüyor ki toplum olarak yağmaya ve yağmacılığa itiraz edilmeyen bir işleyiş hepimizi memnuniyete gark ediyor. Gizliden gizliye değil, açıktan açığa bildiğimiz şu ki dürüst bir çalışma hayatına hiçbir şey borçlu değiliz. Şimdiye kadar hakkımız olmayan bir şeyi reddetmek aklımızdan geçmediği gibi, hak ettiğimiz; savunmayı göze alma ahlâkını da el üstünde tutmadık. Savunacak olursak bizimle dayanışma halinde kimsenin bulunmayacağını gayet iyi biliyorduk. Yediklerimizi çiğden yediğimiz için karın gurultusundan kurtulamıyoruz. Bu yüzden sadece zevkleri ve renkleri tartışmak, ideolojik planda gevezelik etmek hepimizin hoşuna gidiyor.




Milli Gazete /13.01.2003

İSMET ÖZEL YAZILARI -6-

KADINLARIN ÖRÜTÜNMESİ DEMOKRATİK BİR HAK DEĞİLDİR

Örtünmek demokratik hakkımdır diyenler, bu talepler karşısında ayranı bedava içmediklerini ileri sürerek bir meşruiyyet elde etmeye gayret ediyorlar. Barın sahibi:’Yağma yok’ diye cevap veriyor örtülü demokratiklere, "viski içenler de paralarını paşa paşa ödemektedirler. Üstelik viski ayrandan daha pahalı.

Barın her bakımdan yükseltilmesi, üstün tutulması için en az sarhoşlar kadar çalışacaksınız...

* * *
Ya nedir? Tesettür hem erkekler, hem de kadınlar bakımından İslam dinine mahsus bir vecibedir. Kendisi için İslam düşüncesinin sosyal hayatta etkin kılınmasını hedef olarak seçmiş birinin örtünme hakkını her demokratik toplumun temel hak ve hürriyetlerinden biri sayarak, saydırmaya kalkarak savunmaya geçmesi tutarsızlığın daniskasıdır. Tutarlı olunmak isteniyorsa örtünmeyi savunuş tavrında İslami bir muhteva olmadığının ilan edilmesi gerek. Çünkü her şeyi herkes gibi yapacağız; ama bunu kendimize mahsus bir üslup kullanarak gerçekleştireceğiz demek tutarsızlık değil. Elbette birileri kalkıp barlara gideceğiz, ama orada alkollü içecekler yerine ayran ve kola içeceğiz diyebilir. Aradaki öpüşme sahneleri kırpılmış haliyle Hollywood filmleri seyredeceğiz diyebilir. Teknolojinin herkes için bir nimet olduğunu kabullenerek hareket edeceğiz diyerek davranabilir. Onları tutarsızlıkla damgalamak tamamen yanlıştır. Dünyanın her yerinde modern kültürle geleneksel kültür arasında buna benzer veya bu tarzda geçişmeler hep oldu. Hatta demokratik toplumun sıhhatini gözetenler bu tarz içindeki uyumsuzluğa varan çeşitliliğin özlenir bir şey olduğunu sık sık belirtirler.
Hedef İslam düşüncesinin toplumda etkin kılınması ise, anlayış ve duyuş başta olmak üzere bütün toplumun kurumları ve yapısı itibariyle İslami dönüşüme uğraması öngörülerek hareket ediliyorsa kadınların örtünmesinden bir demokratik hak olduğu gerekçesiyle bahis açmak; muhatabını zaafa uğratma gibi bir taktik hesaba dayanmadığı zaman, tutarsızlıktır.
Örtünmeyi demokratik bir kazanım sayanlar bu kazançları karşısında hangi bedeli ödediklerini bilmelidirler. Demokratik toplum örtünmeyi demokratik bir hak sayanlardan bu hakkı kendilerine tanıyan kuruluşların ve o kuruluşların yer aldığı düzenin militanca savunmasını yapmalarını beklemektedir. Onlara alkollü içecek kullanmasalar bile, gelip ayran içtikleri bu barın temizliğine katkıda bulunmalarını, onarımına katılmalarını istemektedir. Giderek barın düşmanlarına karşı girişilen savaşta görev almalarını önermektedir.
Onlara örtülü olarak oturmaya hak kazandıkları bu barın geliştirilmesi, yaygınlık kazanması, atılım yapması için hangi tasarılara sahip olduğunu sormaktadır.
Örtünmek demokratik hakkımdır diyenler, bu talepler karşısında ayranı bedava içmediklerini ileri sürerek bir meşruiyyet elde etmeye gayret ediyorlar. Barın sahibi:’Yağma yok’ diye cevap veriyor örtülü demokratiklere, "viski içenler de paralarını paşa paşa ödemektedirler. Üstelik viski ayrandan daha pahalı. Barın her bakımdan yükseltilmesi, üstün tutulması için en az sarhoşlar kadar çalışacaksınız. Aradaki farkı kapatmak için en kaliteli hizmeti vermek zorundasınız. Daha da ötede, sizin bara girişinize göz yumuşumuzun, sizin barda bulunmanıza katlanışımızın bedeli olarak da bir şeyler yapmalısınız. Hem bardaki iskemleleri işgal edecek, hem sadece bu barda kurulabilen ilişkilerden istifade edeceksiniz; hem de bütün geceyi iki ayran, bir kolayla atlatacaksınız! Nerde o pırasanın bolluğu?"
Yeni Şafak / 19.10.1997

İSMET ÖZEL RÖPORTAJ -6-

VALERY ÖNCE TAHARET ALMAYI ÖĞRENSİN

Şair-Yazar İsmet Özel ile İstiklal Marşı Derneğinin Konya Şubesinin açılışına geldiği sırada bir söyleşi gerçekleştirdik. Aslında sorulacak sorumuz çoktu. Ancak geliş amacına yönelik olarak daha çok İstiklal Marşı Derneği ve bu çerçevede yapmayı düşündükleri ve yapacakları konusunda bir söyleşi olmasını istedik. İstiklal Marşı derneğinin amacından kapitalizmin “içimize girdiği” bir dönemde bundan çıkışın nasıl mümkün olduğuna, eğitimden Mevlana Celaleddin-i Rumi hakkındaki düşüncelerine –ki bu bir ilk olarak da kayda geçirilebilir- ufuk açıcı bir söyleşiydi.

Ümit Savaş: Cuma Mektupları’na “Bir siperden söz ediyorum” diyerek başlamıştınız. İstiklâl Marşı Derneği bir siper mi? Veya oradaki şey de bu olabilir mi? Bir de şunu eklemek istiyorum. Biliyoruz ki siz “paylaşılmayan hakikat tecessüm etmez” dediniz yıllarca. Dernek böyle bir paylaşımın tecessüm etmesi için mi kuruldu? Veya İsmet Özel okurları bu derneğin doğal üyesi mi? Gibi birkaç kompleks soru.


İsmet Özel – Yok aynı çatı altında toplanabilir sorduklarınız. Bizim dernek içindeki önemli, ele aldığımız konulardan birisi budur. Benim sık sık ifade ettiğim şey İstiklâl Marşı Derneği’nin asla bir “İsmet Özel Fan Kulüp” olmadığı şeklinde. Elbette benim yazdıklarım dolayısıyla bir istikamet arayışına mana vermeye çalışan insanlar derneğimizde yer tutuyorlar. Ama İstiklâl Marşı Derneği’nde öne çıkan şey doğrudan doğruya İstiklâl Marşı’nın kendisinden başka bir şey değil. Bu münasebetle biz hassasiyetle İstiklâl Marşı’nın metnine başka siyasî temâyüllerin bulaşmasına mani olmaya çalışıyoruz. Bu bakımdan bir senedir biz İstiklâl Marşı’nın suiistimali yolunda gördüğümüz işaretlerin izalesiyle uğraşıyoruz. Anlatabiliyor muyum, yani “İstiklâl Marşı böyle de anlaşılabilinir. Canım burada bunu demek istememiştir herhalde” diyen insanların yaklaşımlarını devre dışı bırakmaya çalışıyoruz, bir senedir. Bunların başında da “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar!” mısraı var. Bu yaptığımız en son toplantıda Mehmet Akif’e karşı bir mısra olarak ele alınmıştır. İstiklâl Marşı’nın Mehmet Akif’e karşı bir yönü de vardır. Yani nasıl ki İstiklâl Marşı Türk Milleti’nin yazdığı bir marştır. Ama bu hiç şüphesiz ki Mehmet Akif’in elinden çıkmıştır. Bu tıpkı Kur’an-ı Kerim’in Allah Kelâmı olmasına onun Resûl-ü Ekrem (s.a.v.)’in iki dudağı arasından insanlara duyurulmuş olmasıyla irtibatı ne mânâdaysa; İstiklâl Marşı’nın Mehmet Akif’in kaleminden çıkmasıyla İstiklâl Marşı’nın Türk Milleti’nin duası olması arasında buna mümasil bir bağ vardır. Biz o yüzden İstiklâl Marşı’nın metnine ehemmiyet veriyoruz. Yani onu bir Mehmet Akif şiiri saymıyoruz. Nitekim bu zaten kendi beyanlarında da var. Kendi Safahat’ına da Mehmet Akif İstiklâl Marşı’nı almıyor. Çünkü “Bu milletimin eseridir” diyor. Bu bir önceki soruyla da irtibatlı olarak anlaşılabilinir. Bu İstiklâl Marşı’nın bestesine de müracaat edilebileceğinin kaynağıdır, dayanağıdır. Anlatabiliyor muyum? Onun için İstiklâl Marşı Derneği’nde İsmet Özel’in elbette bir yeri var. Hatta görevi var. Şu mânâda: bu derneğin kuruluşunda en önemli adımı atmış birisi olarak; işi yozlaştırmayan bir istikamette yürümesini, en azından bir miktar, bir süre bunu sağlamayı kendime tabii ki bir vazife biliyorum. Ama dediğim gibi, yaptığım şey doğrudan doğruya İstiklâl Marşı’nın metninin kaydırılmasına mani olmaktır. Yoksa benim edebi hayatımla Mehmet Akif’in edebi hayatı arasında bir geçişme, bir ortak nokta falan filan değil bu. Ama yine de biraz önce okunan basın bildirisinde anlaşıldığı gibi. Bu topraklarının ruhuyla alakalı bir şey bu. Elbette Türk şiirinin mahiyeti ve yönsemeleri, refleksleri ile ilgili bir şey. Yani İstiklâl Marşı dediğimiz metin edebi bakımdan da gözleri faltaşı gibi açabilecek derecede kıymetli bir metin. Yani öyle hani “Canım, işte burası da böyle olmuş” denecek bir şey değil. Teknik olarak çok kuvvetli, vezni çok yerli yerinde, kafiyelerin harikulade bir değeri var. Dediğim gibi ses düzeni kendine mahsus bir işleyiş gösteriyor. O bakımından tabii ki Türk şiirinin de göğüs kabartıcı bir örneği İstiklâl Marşı. O yüzden biz bütün dünya milletlerine seslenip “Var mı sizin böyle bir marşınız!” diyebiliriz rahatlıkla. Bu Fransızların millî marşı, bütün dünyada bilinen Marseillaise de buna dâhil. Yani bizim öyle bir İstiklâl Marşımız var ki bu söz sanatları itibariyle meydan okuyucu bir şey. Ama Türkiye’de böyle bir meydan okuyuşun etkisinden kötü duruma düşecek olan insanlar var. Bunlar 1921 yılında da vardı, 1923’te de vardı, 1924’te de vardı, 1950’de de vardı, 1971’de de vardı, 1980’de de vardı, 2008’de de var. Biz İstiklâl Marşı’nı öne çıkararak bu haşaratın topraklarımızdan -yok olmasını değil, çünkü mutlaka Allah yarattığına göre bir şey vardır- ama bu haşaratın bir kıymete bindirilmesine mani olmak istiyoruz. Bunların haşarat olduğunun bilinmesini istiyoruz. Bütün mesele bu.

Ümit Savaş: Ankara’da verdiğiniz bir konferansta sanırım İsmet İnönü’nün Lozan’dan sonra “Bir yüz yıl kazandık” şeklinde bir anekdot anlatmıştınız.
İsmet Özel: Lozan’dan çıkarken “Bir yüz yıl kazandık” dediği rivayet edilir. Evet.

Ümit Savaş: Dün akşam da ikinci kez vatan haline getirilmesinin sonuna gelindi şeklinde bir tespitiniz vardı. (“Türk Tarihin Neresinde?” başlıklı konferans) Bu anlamda bu yüz yıllık süreyle sizin bu öngörünüz veya tespitiniz örtüşüyor.

İsmet Özel: Bunu siz fark etmiyor musunuz? Bunu bana niye soruyorsunuz? Siz yani bugün Türkiye’de olup biten şeylerin; iktisadî mânâda, siyasî mânâda, sosyal mânâda olup biten şeylerin Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin noktalandığı bir noktanın geride bırakılmasına pek az zaman kaldığı insiyakıyla yapıldığını siz göremiyor musunuz? Bu kadar gücünüz yok mu? Türkiye’de bir tane plak şirketi var: Kalan! Ne mânâsı var bunun? Türkiye Cumhuriyeti ortadan kalkacak, bunlar da “kalanlar”! “Kalan” koymuşlar! Yani, kaldıysa bunlar “kaldı”. Onun için Türkçe tangolardan, efendim, alaturka bestecilere kadar bir şeyler var. O “kalanlar” arasında. Ama biz İstiklâl Marşı Derneği’ni kurmak suretiyle bütün bu temâyüllerin çok aşılmaz bir duvara çarpacağı öngörüsünde bulunmuyoruz; bulunmak istiyoruz.

Ümit Savaş: İMDER’in kuruluş bildirgesinde İstanbul’un Fethinin 500. yılını kutlayarak geride bıraktığımıza bir atıf var. 1953 yılında Fethin 500. yıl kutlamaları için Hasan-Ali Yücel’in bir teklifi vardı sanıyorum. Fethin 500. yılı için bir komite oluşturulması…

İsmet Özel: O zaman Hasan Ali Yücel yok.

Ümit Savaş: Hayır, var. 500. yıl kutlamalarına hazırlanılması için Bakan olduğu dönemde yaptığı bir teklif...
İsmet Özel: Şimdi oldu. Tamam.

Ümit Savaş: Bu komite ile 500. yıl kutlamaları için hazırlık yapılmasını, İstanbul Surlarının canlandırılması, 500. yıla layık görkemli bir kutlama yapılmasını istiyor ve öneriler sunuyor. [Milletlerarası İstanbul Sergi Salonu’nun açılması, surların dışında Fatih’in ordugâhının ve top mevzilerinin canlandırılması, Sarayburnu-Yedikule, Sarayburnu Unkapanı Köprüsü sahillerinin imarı, bazı bulvarların açılması, Topkapı-Edirnekapı arasındaki stadyum, spor salonu, hipodrom ve olimpiyat köyü gibi] Daha sonra yazılarında ise bu tekliflerinin ve komite kurulması önerisinin kabul edilmediğini, kutlamaların sönük geçtiğini yazıyor. İstanbul’un Fethi böyle görkemli bir şekilde kutlanırsa “Batı yanlış anlar, Batıyı küstürürüz .Hıristiyan alemi yanlış anlar” Gibi gerekçelerle bunun yapılmadığını söylediklerinden yakınıyor. Günümüzde bu “Batı ne der” diyerek kendi tarihlerinden uzak duran/kaçan görüş sahipleri daha da mı çoğaldı, etkin hale geldi? 
İsmet Özel: Şimdi birinci kısmı sorunuzun bu konuda çok rahatsız edici mesafe alındı. İstanbul şehri sanki Türk olmayan bir otoriteye teslime hazır hale getirilmek üzere yeniden biçimlendirildi. Bunun içinde de İstanbul meskun alanlarında da Hıristiyanlığın muteber kılınması da var. Yani hem gençler arasında bir Hıristiyanlaşma akımı hızlı bir şekilde devam ediyor hem de geleneksel Ortodoks, Gregoryen, Katolik Hıristiyanlar kendilerini daha rahat faaliyet gösterebilen unsurlar olarak öne çıkarıyorlar. Ama bunda o 1953 de Hasan Ali Yücel’in teklifine karşı çıkanların gösterdiği tepkiler daha yerine oturmuş davranışlardı. O zaman o tepkiyi gösterenler biraz önce sizin de zikrettiğiniz gibi batı yanlış anlar gibi böyle mazeret göstermek zorundalardı. Şimdi artık böyle mazeret göstermiyorlar. Şimdi artık doğrusunun bu olduğunu söyleyerek rahat davranıyorlar. O bakımdan bizim İstiklal Marşı Derneği olarak böyle faaliyetlere karşı durmak, bu faaliyetlerle uğraşmak gibi bir budalalığı yürütmeyeceğimizin bilinmesi lazım. Mutlaka birileri bu işi yapalım istiyorlar. Biz sadece onların bu fesatları karşısında, onların yardakçısı oldukları halde değilmiş gibi görünen insanların foyası meydana çıksın diye bir şey yaparız. Bunu da ayrıca bizim yapmamıza gerek yok. Bizim yaptıklarımız onların foyasını meydana çıkarır. Bizim öyle özel bir gayret göstermemize lüzum yok. Bak bu da bunu yapıyor deriz biz bunu yaparken. Birileri bizi yaptığımız işlerden dolayı şikayet ediyorlarsa biz de onların gözlerine bakarız. Kimi kime şikayet ediyorsun diye. Anlatabiliyor muyum? Bu iş artık o safhayı geçti.

Ümit Savaş: Hangi safha o?

İsmet Özel: “Türkiye bir ilke benimseyerek kendi belini doğrultabilir” görüşü bugün Türkiye’de hiç kimsenin sahip çıktığı bir görüş değil. Şimdi bu yapılan edilen şeylere rağmen Türkiye bu felaket durumda. Şimdi Türkiye Sosyalizmi esas alarak belini doğrultabilir Türkiye İslamiyet’i esas alarak belini doğrultabilir gibi tezler, yaklaşımlar bunlar emekli oldu. Hatta bir kenara bırakıldı. Orada kokuştu. Ve artık oradan kötü kokular geliyor. Ama şu da yok. Birisi çıkıp “Ama kardeşim Türkiye yine bir ilkeye dayanarak, bir ilkeye sahip çıkarak belini doğrultabilir. Biz kapitalizmin en rantabl en işe yarar şeklini uygulayacağız” deyip de bir akım da yürürlükte değil. İnsanlar ancak kendilerine yapılan hakaretin aslında çerçevelenip duvara asıldığı zaman para edeceğini savunarak yaşıyorlar. Birisi onlara bir hakarette bulunuyor. Onlar o hakareti alıyorlar, çerçeveliyorlar, duvara asıyorlar. Sonra dönüp bu yaptıklarının mukabilinde rızklarını temin ettiklerini düşünüyorlar. Böyle bir durumdayız. Onun için, ikinci soruya geçelim. (gülüyor)

Ümit Savaş: -İrtica elden gidiyor adlı kitabınızda “Birisine Müslümanlığından dolayı bir eleştiri getirildiği, irtica hortladı denildiği zaman Müslümanların “yoksa sen Müslüman değil misin? Şeklinde bir cevap ve eleştiri, karşı duruş sergileyebildiğini, bir psikolojik üstünlüğün olduğunu ifade etmiştiniz. Şimdi böyle bir psikolojik üstünlük, özgüven kalmadı galiba. 

İsmet Özel: İrtica elden gitti. “İrtica Elden Gidiyor” döneminde birilerine diyebiliyordun “yoksa sen Müslüman değil misin? Şimdi adam Müslüman görünüşlüyüm ama sen bana bakma boşver. Sen gene maaşımı ver diyor.

Ümit Savaş: -Korkmaya gerek yok diyor yani... İddialarımdan, söylemlerimden arındım.
İsmet Özel: Evet.

Ümit Savaş: Türklük teorisinizi temellendirirken vurguladığınız ve 14. yüzyıl İtalyan Şehir Devletlerinde kapitalizm ortaya çıkarken yanı başında, Türkiye’de başka bir yaşam biçiminin/düzeninin hayat bulduğunu ifade ediyorsunuz. Şimdi kapitalizm 14. yüzyıl şehir devletlerindeki boyutunu çoktan aştı. Dört bir yanımızı sarmış…

İsmet Özel: İçimize girmiş.

Ümit Savaş: Evet. İçimize girmiş durumda. Bundan çıkmak nasıl mümkün olacak günümüzde? Bundan çıkış olarak güzellik kavramına vurgu yaptınız dün akşamki (Türk Tarihin Neresinde? adlı) konuşmanızda. “Güzellik karşısındaki tavır” mevzuunu biraz daha açalım istiyorum.
İsmet Özel: Yani ben A.Gide’in şu sözünü anmaktan memnuniyet duyarım. “Etik estetiğin bir şubesidir.” Yani biz güzel hakkında bir düstur sahibi isek o zaman ahlakın neyimize denk düştüğü, ne işimize yaradığı konusunda da bir belirginlik elde etmiş olacağız. Yani güzel konusundaki haysiyetimiz bizi kolaylıkla ahlak konusunda çarpıklığa ya da kaypaklığa mahkum edecektir. Ama güzel konusundaki esas pozisyonumuz ahlakın da bu güzelliğin neresini güçlendirdiği daha doğrusu bu ikisi arasındaki bağlantıyı bize öğretecektir. Bir şeyi neye bağlayarak kendimize yakın tuttuğumuzu önce güzel konusundaki sarahatimizle anlatırız. Onun için bu konuda bu bir bitmiş tamamlanmış bir şey değildir. Bu bir süreçtir. İlk bakışta göze güzel görünmeyen bir şeyin aslında neden güzel olduğunu anlamak gibi bir süreç de işin içindedir. Ya da tam tersidir. İlk bakışta güzelmiş gibi görünen şeyin bir sahtekârlık olduğunu anlamak da bu estetik etik ilişkisinin bir parçasıdır. Bu bakımdan zevkin gelişmesi diye bir şeyden bahsederiz. Gelişme zevkin gelişmesinden başka bir şey olduğu zaman bizim hayrımıza bir sonuç vermez. Ama gelişme zevkin gelişmesi ise sonuçta gelişmiş bir zevkimiz olur ki bunun yerine bir şeyin konulmasına lüzum yoktur. Felsefe ile ilgilenenler şöyle bir aforizma ile karşılaşırlar: “Faziletin mükâfatı bizzat kendisidir.” Yani insan fazilet sahibi olduğu zaman ayrıca yanına bir şey ilave etmeye lüzum yoktur. Bunun da estetikle doğrudan doğruya irtibatı var işte. Görüyorsunuz. Güzel konusunda seviyeniz öyle bir yerde ki daha başka bir şeye ne lüzum var. Anlatabiliyor muyum? Ama o bir önce söylediğim şeyi ihmal etmeyelim. İlk temasta güzel görünen şey güzel olmayabilir, ilk temasta çirkin görünen şey çirkin olmayabilir. Estetik bu süreci içeren bir şeydir. Öyle budalaca bir alışveriş değildir. Al gülüm ver gülüm değildir.

Ümit Savaş: -Şu anki eğitimin böyle bir güzellik algısı verip vermediği…
İsmet Özel: Şu anki eğitim eğitim değildir. Eğitim olsaydı mesela at eğitimi. Eğitilmiş bir at eğitilmiş bir köpek var değil mi? Sonuçta görüyorsun ki eğitilmiş köpekler iki sonuç veriyor. Biri pahalı satılıyor ikincisi satın alan da evini ya da bağını koruyor. (gülüyor) Yani, eğitim varsa tamam. Bu eğitim.Anlatabiliyor muyum. Adam yankesicilik eğitimi yapıyorsa sonuçta adam cebine elini attığı zaman öbürünün ruhu duymuyor demektir. Eğitim bu eğitim yani. Ama yok işte.

Ümit Savaş: -Dergah dergisinde size yönelik sanırım İdris Demirel’in bir eleştirisi vardı. Kapitalizmin tarihinin 14. yüzyıldan çok daha önce olduğu yönünde…
İsmet Özel: Braudel vs. öyle şeyler uydurmuş.

Ümit Savaş: Sanırım bu tür kurgusal teorik eleştiriler sizin tasavvur ettiğiniz kapitalizmden çıkış, kapitalizm karşısında başka bir hayata/düzene işaret eden söylemleriniz için bir anlam ifade etmiyor. Ben bu söylemlerin ötesinde Özel’in altını çizdiği şey “Başka bir dünya mümkün” diye anlıyorum. Bunun düşünülebilir olmasının imkanları dahi ortadan kaldırılmış, zihinler esir alınmış durumda. Bu anlamda teorinize yönelik kurgusal eleştiriler veya açmazlar konusunda…
İsmet Özel: Şimdi meseleye şöyle bakmak lazım. Birisi bu gavurlar bizden iyi biliyorlar bu işi deyip bir şeyler öğrenmeye ve öğrendiklerini bize satmaya çalışıyorlar. Ama şöyle düşünün. Birisi Arapça biliyor ve Farabi okuyor. Birisi de klasik Yunanca öğrenmiş “oğlum boşuna okuma diyor Farabiyi. Bak Platon onun dikalasını yazmış. Ama diğeri hem klasik Yunanca hem de Arapça biliyor. Evet ama Platon Müslüman olmadığı için şu şu noktalarda şöyle şöyle. Ama Farabi kendini Müslüman saydığı için şu noktayı şuraya şunu da şuraya ilişkin kılıyor. Böyle şeylerle uğraşmayan insanlar kapitalizmin öncesi varmış vs. yani gavurların bana öğrettikleri bir şey olmasına imkan yok. Onların önce kıçlarını yıkaması lazım. İster Braudel olsun ister P. Valery olsun. Önce tahareti öğrensinler.

Ümit Savaş: -Son bir soru olarak Konya’da olmamız hasebiyle bir soru sormak istiyorum. Belki gözden kaçırmış olabilirim ama herhangi bir kitabınızda ve/ya konferansınızda, söyleşinizde Mevlana hakkındaki düşüncelerinizle ilgili bir tespit ya da yoruma rastlayamadım. Varsa da ben okumamışım demek ki. 
İsmet Özel: Yok. Hayır…

Ümit Savaş: O zaman bu söyleşiye özel olsun. İsmet Özel Mevlana hakkında ne düşünüyor? Nasıl bakıyor?


İsmet Özel: Ben İran devriminden çok önce, Tahran radyosunda her akşam bir Mevlana saati olduğunu bir İranlıdan öğrenmiştim. Ben o sıralar Farsça öğrenmeye çalışıyordum. Breh breh (gülüyor). Ve bir İranlı dedi ki bizim radyolarımızda düzenli olarak her akşam mesnevi okunur. Şimdi biz, işte Konya’da 80 dile tercüme ediyorlar mesneviyi falan, bunlar yapıladursun. Mevlana Celaleddin-i Rumi ile benim aramdaki irtibat, onun bu toprakların İslamlaştırılması sırasında çok ciddi bir yük taşıdığı ve benim de bu yükten müteessir olmamdır. Aramızdaki irtibat budur. Öbür tarafında Moğol casusu muydu bilmem ne miydi bunlar ayrı şeyler. Benimle irtibatlı olan kısım Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin yaşadığımız toprakların İslamlaştırılmasında bir ağırlığı taşımış olması ve benim de şu an bu ağırlığı üzerimde hissetmiş olmamdır. İrtibat budur.

Ümit Savaş: -Teşekkür ederim.


İsmet Özel: Ben teşekkür ederim.



Memleket Gazetesi/ Konya

İSMET ÖZEL YAZILARI -5-

HİSSELİ UYDULAŞMA CÜRÜMÜ KUMPANYASI

Dolmuş Türkiye’de icat edildi. Bu yüzden niçin dolmuşa bindirilmeye, dolduruşa getirilmeye, dünyanın başka yerindeki insanların değil de bilhassa Türkiye’de yaşayan insanların müsait olduklarına hayret etmiyoruz. Etmeyelim. Dolmuşa bindirmeyi bilenlerin dolmuşa binmeyi bilecekleri gayet tabiî. Bir toplumun en zayıf yeri neresiyse, orası aynı zamanda o toplumun en kuvvetli yeridir. Şöyle söylemek de mümkün: Bir toplum hangi niteliklerinden dolayı acze düşüyorsa aynı nitelikler o topluma galibiyet sağlayan gücün de kaynağıdır. Türkiye hayatına efsaneleriyle şekil veren bir toplumu içinde barındırıyor. İlk bakışta belki tuhaf görünüyor; ama doğrusu şu ki biz, gerçeğin gerçekliğini ancak efsaneleştiği zaman algılayabilen bir toplumuz.

Son üç yüz asır boyunca paçamızı, mahvedici efsanelere kaptırdığımız için güle oynaya kendi mahvoluşumuza giden yolda ilerlediğimiz, üstelik hayli mesafe de kat ettiğimiz vâki. Beri yandan, ülke olarak, ülkenin insanları olarak ihyâ olduğumuz dönemler olduysa bu dönemler ihyâ edici efsanelerin hayatımızı yönlendirdiği dönemlerdir. Efsaneler bizi besleyip gürbüzleştirebildiği gibi bizim zehirlenip tahtalı köyü boylamamıza da sebep olabilir. İçinde yaşadığı toplumun niteliklerini keşfetmeyi dert edinmiş bir kişi olarak benim efsanelerle aram hiç hoş değildir. Efsanelerin bulutsu ortamı benim huzurumu bozar. Sevmem ben efsaneleri. Hayal ürünü şeyler eğlendirmez beni; bilakis canımı sıkar. Mest olmak işime gelmez. Ayık gezmeyi severim. Türkiye’de yaşayan insanların, çoğu zaman üstü örtülü bir biçimde onayladıkları efsaneleşmeleri de efsaneleştirmeleri de bir gerilik belirtisi kabul ederim. İyileşmenin işaretini arıyorsam gerek mecazî, gerekse gerçek (trafikteki) anlamıyla dolmuşların bulunmadığı bir Türkiye arıyorum. O halde ben Türkiye’de yaşayan toplumun içinde ayrıksı biri miyim? Hem evet, hem hayır. Evet, çünkü bir toplumun bünyesinin hangi baskın ve başat nitelikleri taşıdığı ancak o toplumda söz konusu niteliklerle uyuşmazlık halindeki insanların varlığıyla anlaşılabilir. Anlaşılması uğruna çaba harcadığımız bir insan toplumudur, bir hayvan sürüsü değil. Hayır, çünkü “toplum” denildiği zaman bir insan topluluğunda o topluluğun baskın ve başat niteliklere yaslanarak yaşayanlar ile hayatını ancak o niteliklerle savaşarak devam ettirebilen insanların meydana getirdiği bütünü anlarız. Türkiye’de efsane güdümlüler ve efsane kundakçıları birbirlerini tamamlar. Biri diğerinin mütemmim cüzüdür.

Damarlarına şırınga edilmiş efsanelerin etkisiyle mest halde kalanlar soruyor: Kurulu düzenin işleyişine halel getirilmeksizin Türkiye’de iyileşmeye doğru hiç mi adım atılamaz? Hiç olmazsa ekonomi düzeltilemez, düzene sokulamaz mı? Bir taraftan borsa mı, döviz mi, repo mu, dış ticaret mi bilmecesinin hücrelerinde gezinirken, diğer taraftan hayal âleminden nefret eden benim gibilerden müjdeli bir haber bekliyorlar. Onlara bekledikleri müjdeyi ben vermeyeceğim. Benim vereceğim haber müreffeh bir dünya hayatına ancak bir bedel ödemek suretiyle ulaşılabileceğine dairdir. Ahlâkî şartları gereği, hiçbir bedel ödemeksizin toplumda iyileşme sağlanacağı beklentisiyle Türkiye’de yaşayanlar ayık bir kafaya sahip olma fırsatından mahrum bırakılmış olanlardır. İşlerini sarhoş kafayla hal yoluna sokmaya çalışıyorlar çünkü ekonomideki çok arzuladıkları düzelmenin dayanaklarına aydınlık getirilsin diye bir dertleri yok. Bütün mahalle sakinleri sokak lâmbasından fayda görürler; ama zilzurna sarhoş birinin sokak lâmbasından temin ettiği fayda herkesinkinden başkadır. Türkiye efsanelerle sarhoş olanların ülkesidir. Ne var ki sarhoş olmak kimseyi cezaî takibata uğramaktan alıkoymaz.

Efsanedeki en iri kıyım kesim hayat standardındaki yükselmenin düzelme veya iyileşme gibi sunulmasından doğmuştur. İştiyakla beklenen müjdenin içeriğini Türkiye’nin her gün biraz daha uydulaşmasına mukabil tüketim imkânlarını her gün biraz daha artırması oluşturuyor. Sıska kurt makamını besili köpeğinkiyle değiştirmek istiyor. Yoksa bu becayiş çoktan olup bitti mi? 1960’lı yıllarda Türkiye’nin 20 yıl sonra (yani 1980’lerde) gelişmişlik bakımından İtalya’nın o zamanki seviyesine ulaşacağı söylenirdi. Kim söylerdi bunu? Sokaktaki adam mı? Hayır. Türkiye’nin akıbeti üzerine yorumda bulunanlar, elbette Türkiye’nin karar mekanizmalarında yeri bulunanlardı. Yani Cumhuriyet Türkiye’sinin baş tacı ettiği ideologi aradaki mesafeyi korumak kaydıyla Avrupa’yı takip etmeyi peşinen kabullenmenin ideologisiydi.

Bu ideologi dolayısıyla Türkler üzerine baskı kurulmuş olması nazarî olarak cezaî takibatı gerektiriyor. Nazarî olarak, yani Türk’ün seciyesi itibariyle… Amelî olarak ise yavuz hırsız ev sahibini bastırıyor. Bu karambol içinde efsanevî olan “muasır medeniyet seviyesine çıkmak”, giderek o seviyenin de üzerine çıkmaktır. Efsaneden arındırılmış olan ve muhtaç olunan ise “vatan müdafaası”dır. Vatan müdafaasını geri plana iterek parlak bir gelecek vaadi ile küfre teslimiyet programını topluma yutturmuş olanlar aynı kumpanyanın muhtelif şubelerini teşkil ediyor. Bu kumpanya bir cürüm kumpanyasıdır. Bu kumpanyaya hissedarlık etmek suça iştirak etmektir. Siyasi ataklar olarak sağcılığı ve solculuğu benimsemek suretiyle kampanyayı iki yönde tekâmül ettirenler bir cürümün tamamlanmasını sağladı. Sergilenen siyasi tavırlar dolayısıyla vatan müdafaası ne kadar geri plana itildiyse Türkiye’nin uydulaşması o kadar gerçek oldu. Bir uydu olarak Türkiye tarımını ve hayvancılığını birer enkaz durumuna düşürerek yörüngesine daha çok intibak etti. Bu şartlarda ekonomiyi düzeltmek mükemmel bir uydu halini almaktan başka anlam taşımaz oldu. Kimileri soracak: Ne zararı var? Mükemmelen uydulaşmak medeniyetin ziyafet sofrasına oturmayı sağlamayacak mı? Sağlaması elbette mümkün. Sefillerin mahkûm edildikleri mahrumiyetler dünyasından kurtulmanın bir yolu da fahişelikten geçiyor.

Türkiye’nin düştüğü durumdan hisseli uydulaşma cürümü kumpanyası sorumludur. Hayatımızı efsanelerin idaresine bırakmakta ısrar edeceksek bu kumpanyanın hissedarlarının tarih önünde hesap vereceklerini söyler ve rahatlarız. Çıkar yolu hayatımızı efsanelerden arındırmakta arıyorsak kuşaklar boyu hükmünü yürüten bu suç örgütünü siygaya çekmeye, cezaî takibata uğratmaya ve nihayet cezalandırmaya hazırlanmalıyız. Bunlar yapılabilir mi? Türkiye’ye zarar verenler cezaya çarptırılabilir mi? Diyelim ki mümkündür, onlara ceza vermek Türkiye’ye ne kazandıracak? Bu sorulara cevap teşkil etmek üzere meselenin bir şahsiyet inşa etme meselesi olduğunu ve milletleşmenin, inşasını tamamlamış şahsiyetler eliyle gerçekleşebileceğini zikretmemiz gerekiyor.

Prens Mençikof’un elçiliği sırasında İstanbul’daki Büyük Britanya Sefareti müstakbel bir anlaşmayla Osmanlılara ağır şartlar dayatmaya hazırlanan Rus Çarlığı’nın İstanbul sefaretinde neler olup bittiğini bilmek, bunu Türklerin sivil polis teşkilâtını kullanarak sağlamak istedi. Oysa Türklerin sivil polis teşkilâtı yoktu. O güne kadar gelen tarih boyunca hiçbir Türk başkasının ayıbını gizlice öğrenmek ve öğrendiğini o kişinin düşmanlarına satarak menfaat temin etmek şerefsizliğine bulaşmış değildi. İngilizlerin Ruslar nezdinde teklif ettiği sivil polisliğe hiçbir Müslüman rağbet etmedi. Her Müslüman, yani her Türk gerekçesi ne olursa olsun yapılacak bu işin alçakça bir iş olduğunu, karakterlerine uymadığını Frenklerin yüzüne Kur’an-ı Kerîm’den de delil getirerek açıkça söyledi. Sonunda Britanyalılar bu iş için adı R ile başlayan bir Grek ayarlayabildiler. Türklerin ahlâken dik durulu II. Abdülhamid’e verilen jurnaller göz önüne alınacak olursa diyebiliriz ki kısa zamanda, kolaylıkla zıddına inkılap etmiştir. Bu durumda aklımıza takılıyor: Biz Türkler yüksek ahlâkın mı yoksa soysuzluğun, yozluğun mu timsaliyiz? Nazarî olarak cevap verilemeyecek bir sorudur bu. Namussuzların namusluları yargılayabildiği bir ortam Türklerin ortamıysa Türkler yoz ve soysuz bir insan topluluğudur. Namuslular namussuzları yargılama gücünü elde bulunduruyorsa yüksek ahlâk bakımından hiç kimse Türklerin üzerine çıkamaz.

Efsaneler yedeğinde ömür tüketerek yüksek ahlâk sahibi olunmaz. Sarhoş kafayla yargıya varmanın hakkaniyete uygun hiçbir yanı kalmamıştır. Ayık bir zihin uydulaşma cürümünden arınmamızın ilk şartıdır. Eğer uydulaşma cürümü kumpanyasında bir hissemiz var idiyse, onu imha edelim. Görüyorum ki bu hissedarlar ellerindeki senetleri imha etmek yerine uygun bir fiyattan bir başkasına okutmaya çabalamaktadır. Türkiye bugün düştüğü kötü duruma bir anda düşmedi. Hiç kimse dalâlete birdenbire sapıvermez. Eğer kötü durumu iki yıla yakın zamandır hâlâ atlatılamayan ekonomik kriz olarak algılamışsak bilelim ki başımıza gelen vatan müdafaasında ısrar etmek yerine bal tutan parmağını yalar politikasıyla yürürlüğe sokulan uydulaşmaktan medet umulan uzun bir sürecin hasılasıydı.

Hiç kimse dalâlete birdenbire sapıvermez; ama herkes birdenbire hidayete erebilir. Türkiye için bu aniden vatan müdafaası kararını almak demektir. Vatanı ancak birbirleriyle aynı milletten oldukları hususunda şek ve şüphe taşımayan insanlar müdafaa edebilir; ilk darbede çil yavrusu gibi dağılacak soysuzlar değil. Önce Türkiye’de yapılabileceği halde yapılmamış ne var, onu fark edelim. Sonra yapıldığı halde yapılmaması gereken şeylerin neler olduğunu tespit edelim. Yapılabileceği yapmayan, yapılmayacağı yapan göz önüne çıktığında onun hesabını görmek çok kolay. Kol çoktan beri kırılmış ve yen içinde kalmıştır. El sıkışma sırasında devreye giren kol protezidir.


(Gerçek Hayat, 17 Ocak 2003 tarihli Cuma Mektubu)

İSMET ÖZEL RÖPORTAJ -5-

'MAHALLE BASKISI' ŞERİF MARDİN'İN ZÜPPELİĞİNDEN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİL

1970’lerin ortasında ön safhasında yer aldığı bu ideolojiyi bırakarak İslami kesime geçti. Ama klasik bir İslamcı da olmadı ya da İslamcılar onu öyle algılamadı. Cemal Süreya’nın deyimiyle “Ondan solcular vazgeçemedi, sağcılar da bir türlü tam sahiplenemedi.” Ama kimliği ne olursa olsun Türkçe’nin en büyük şairlerinden, düşünce dünyasının nev-i şahsına münhasır seslerinden oldu. Her sesi ve sözüyle yankı uyandırmayı bilen...

Türkiye büyük bir gerilim yaşıyor. Kafalar karışık. Siz Türkiye’nin durumunu nasıl yorumluyorsunuz? 

13. yüzyılda birileri, Küçük Asya için burası bizim vatanımız diye tutturunca dünya bir Türk problemi ile yüz yüze geldi. Daha önce böyle bir problem yoktu. Üstelik Türkler burayı vatan yapmakla yetinmedi, İstanbul’u fethetti. Viyana’ya kadar giderek Avrupalıları iklim ve toprak bakımından elverişsiz bir alana hapsetti. I. Dünya Savaşı’nda ise Avrupa medeniyeti, birçok pürüzle beraber Türk pürüzünü de yok etmek istedi. Türkiye’nin bugünkü durumu bununla sıkı sıkıya bağlıdır. Çünkü I. Dünya Savaşı’nın sonunda tasfiye edilen diğer güçler, (Almanya, Rusya) bir şekilde dünya mekanizmasının işleyişini kolaylaştıran parçaları haline geldi. Türkiye ise şu veya bu sebepten gelmedi, gelemedi. Yani Türkiye dünya mekanizmanın daha iyi çalışması için bir şey yapmıyor.

Yani Türkiye dünyaya entegre olamıyor.
Olamaz. Çünkü Osmanlı Devleti yıkıldıktan sonra yerine geçmesi istenen, T.C. Devleti değildi; bu toprakların Yunanlılar, Ermeniler ve Kürtler tarafından paylaşılması normaldi. O zaman bu topraklar dünyaya entegre olabilirdi. 1923’ten beri de bunun tersi için çalışıldı. Bugün bu sürecin sonundayız. Türkiye’nin ortadan kalkması halinde banka hesapları kabaracak insanlar üretildi. Ya da “Başka çare yok, kendimi kurtarmazsam kimseyi kurtaramam” diyen... Sonunda ne oldu? Birkaç sene önce Deniz Kuvvetleri Komutanı’nın oğlu Çanakkale ile ilgili bir film çekti ve biz Anzaklara ağladık. Bugün biri “Ben Türk olduğum için bu memleketin asıl unsuruyum” dese, belki savcı değil ama onun yerini tutan tüm sosyal kurumlar o kişiyi cezalandırır. Mesela “Türkiye ortadan kalkacakmış, kötü mü Kürdistan kurulacak” deniyor... Oysa Türkiye’de ulaşılmaya değer ve ulaşıldıktan sonra gücü tükenmeyecek bir cevher vardır. Bu Türkiye’de yaşayanlardan çok ABD’lilerin bildiği bir şeydir.



Bergson çevirsinler de görelim Kürtçe nasıl bir dilmiş!

Nedir bu Amerikalıların bildiği cevher? 

Bu cevher Müslümanlık değil İslam’dır. Kelime oyunu yaptığımı sanmayın... Müslümanlıkta, göze görünürlülük vardır. Dışarıdan teşhis edebilirsiniz ama İslam daha içkindir. Mesela neden Kürtçe mevlit okunuyor da Kürtçe Bergson basmıyorlar? Bassınlar da görelim, Kürtçe nasıl bir dilmiş! Mevlit okuyorlar çünkü bu toprakların cevherinin gücünden istifade etmenin yolunu arıyorlar.


T.C. vatandaşları bu duruma neden müdahale etmiyor? 
Türkiye’de insanlar “Hayatta kalayım, yeter” durumuna düşürüldü. Zenginler, “Aman yarabbi, taşlar oynarsa halim ne olur”, fakirlerse “Taşlar oynarsa hepsi başıma düşer” halinde. O yüzden insanlar, istemedikleri şeylere “evet”, istediklerine de “hayır” diyen bir durumda. Eşcinsel hakları hiç kimsenin derdi olmadığı halde, insanlar bu konuda fikir beyan etme durumunda kalıyor.


Şerif Mardin, Nurcuları arkasına aldı


Yani Şerif Mardin’in “mahalle baskısı” olarak tanımladığı durumu daha farklı mı okumalıyız? 

‘Mahalle baskısı’, Şerif Mardin’in züppeliğinden başka bir şey değil.


Neden?
Şerif Mardin, aslında bunu “tutarsa” diyerek kullandı ve tutturabildiğine tutturdu. Türkiye’de “mahalle baskısı” yerine, doğrudan doğruya “dünya sisteminin talimatları” vardır. İnsanlar, “Kulağıma küpe takmazsam, beni bu bardan içeri almazlar” fikrini taşıyor... Oysa tüm bunlar doğrudan dünya sisteminin talimatları... Şerif Mardin ise hedef gösteriyor, “Daha yumruklanacak insan var” diyor.


Kim o insanlar?
Mahalle baskısı yaptığı söylenenler. “Bunlar mahalle baskısı yapıyor. Onları tasfiye edeceksin” diyor...


Dünya sisteminin merkezinden kastınız...
Wall Street.

O zaman Şerif Mardin neden mahalle baskısı ile İslami kesimi hedef göstersin? 

Onlar, o işi halletti. Şerif Mardin, Nurcuları arkasına aldı ve onlar o işi halletti.


Nasıl yani?

Şerif Mardin’in Nurcular hakkında yazdığı bir kitap vardır. Türkiye’de de onların korktuğu bir İslami tehlike yok. Bu yüzden tabir ona uygun seçilmiştir... Aksi, söz konusu olsaydı “imam baskısı” denirdi ama denmiyor.


İmam baskısı ile mahalle baskısı arasındaki fark nedir? 
Türkiye’de sosyal bir hassasiyet varmış izlenimi yaratarak “Mahalle baskısı var” dendi. Oysa dini tavırların daha büyük bir alanı işgal etme ihtimali olsaydı “yobaz” ya da “imam baskısı” denirdi. Mahalle baskısı ile ise görülen şey kimliksizleştirildi. Diyelim ki insanlar birden futbolla ilgilenmeyi reddetsin, bunun politik bir tavra dönüşmesini engellemek için hemen buna bir isim bulunur.


Ama size göre artan bir dindarlık da yok?
Yok. Ama bir bilgi kirliliği yaratılıyor. Aksi halde “yobaz baskısı” denirdi. 1960’lı yıllarda Çetin Altan “komprador” diye bir kelime kullandı ve bu bir kavrayış yarattı. Daha sonra “köşeyi dönme” kavramı çıktı. Aslında aynı şey... Ama insanlar köşeyi dönmek ister ama komprador olarak tanımlanmak istemez. Aynı şey mahalle baskısı için de geçerli, kimse “yobaz” olarak tanımlanmak istemez.



Ergenekon davasından maksat dostlar alışverişte görsün


Ergenekon Davası ile faili meçhul cinayetlerin açığa çıkarılacağı söyleniyor, ne dersiniz?

Bu iş, beceriksizce yazılmış, beceriksizce sahnelenen bir tiyatro eseri. Seyirciler de içeri bilet alıp girmemiş... Yoldan toplanmışlar. Şayet, intihar eden kişilerin sorgulanmaları devam etseydi bir şey çıkabilirdi. O yüzden bu Ergenekon’dan hiçbir şey çıkmayacak. Çünkü kendisi yok.


Neden olmayan bir şey var gibi gösteriliyor? 
Maksat dostlar alışverişte görsün. Bu toplumu uyutmak için dünya kadar laf söylendi. Bunlardan biri de derin devlettir. Türkiye’de derin devlet diye bir şey yok. Çünkü devletin hiçbir şeyi derin değil, son derece yüzeysel. Ama bu davayla birileri şöyle diyecek: AKP ne yaptı? Gördüğün gibi derin devleti tasfiye etti.


Nazım Hikmet’in vatandaşlığa kabulü de buna dahil mi?
Tabii. Çetin Altan’a ödül verilmesi de. Yani dostlar alışverişte görsün. Kim bu dostlar? Bütün alıklar!


TRT Şeş? 
İzlenmesin diye yapıldı. Sizce kaç kişi izliyor? 1970’li yılların sonlarında Türkiye’de Kürtçü dergiler çıkardı. Bunların Kürtçe yayınlananları satmazdı ama Türkçe yayınlanan Kürtçe dergiler satardı. İnsanlar niye TRT Şeş’i seyretsin? Bir kere o kanalda, “Dur şunu kaçırmayayım” denilecek hangi program var? En fazla Kürtçe’den başka dil bilmeyen, okula gitmeyen Kürt çocukları çizgi film seyrediyordur, o kadar!



Nobel’i Orhan Pamuk’a vermeden önce bir uzmana danışsalardı


İsveç İlimler Akademisi Türk romanı hakkında ne bilir? Bir şey biliyor olsaydı, Orhan Pamuk’a Nobel ödülü verilmezdi. Türk romanının neresinde bu adam diye bir öğrenirlerdi. Bir uzmana sorarlardı. Türk romanı diye bir şey var mı? 

Halid Ziya ne yapmış, Peyami Safa ne yapmış, Fakir Baykurt ne yapmış, bunlar göz önüne alınır ve bu yapılanların neresinde duruyor bu adam diye merak edilir, ona göre karara varılırdı.



Baş örtüsü yasaklanmasaydı başı açık her kadına
şüpheyle bakılacaktı


Kadınlar, (modern kadınlar) artan muhafazakârlaşma karşısında “Korkuyoruz” derken samimi değil mi? 

Değil. Üniversitelere baş örtüsü yasağı getirilmeden önce “Korkuyoruz” deselerdi gerçekçi ve samimiler derdim. Bu saatte neden korkuyorlar, anlamadım. Bu yasak geldi çünkü aksi halde sokakta başı açık gezen her kadın şüpheli görülecekti. “Baş örtüsü yasak değil, senin niye başın açık” diye sorulacaktı. Dinsiz misin, Hıristiyan mısın? Kadınlar o zaman “Buna bir çare bulun, korkuyoruz” deseydi samimi olurlardı.


Yani kadınlar artık rahatlayabilir?
Tabii ki. Başını açmak rahatlık olduğuna göre...


Bazılarına göre de tam tersi. İşte araştırmalar yayımlanıyor, Anadolu muhafazakârlaşıyor...
Etmeyin, eylemeyin... Benim iki kızım başörtülü. Bir tek alanda kendilerini rahat hissettiklerine şahit olmadım. Başı örtülü kadınların arasında bile. Çünkü onlar hakikaten Müslüman kızlar oldukları için örtülü. Baş örtüsünün rahatlık getirdiği hiçbir alan yok Türkiye’de. Mesela kızım Bike, piyano öğretmeninin konserini izlemek için Galatasaray Üniversitesi’ne girmek istedi, kapıdan döndü geldi, almadılar. Oysa kendisi de piyano çalıyor.


Buna rağmen “Baş örtüsü demokratik hak değildir” diyorsunuz?

Evet, örtünmek demokratik bir hak değildir, dini vecibedir. Bu sadece kadınlara da mahsus değildir. Setri avret dediğimiz şey erkeklerde de vardır. Ama bugün pek çok AKP’linin eşinin tesettüre riayet ettiği kanaatinde değilim. Çünkü beden hatları belli... Oysa kadınlar cinsel obje olmama kaydıyla tesettüre riayet eder. O yüzden, ayette, örtülerini süslerini göstermeyecek şekilde uzatsınlar denir. Göğüslerin, kadınların süsleri olduğu kabul edilerek... Cinsel uyarı, insanların saçlarından olmaz.


O zaman bu sorun ne olacak? Yasak sürdüğü sürece sizin kızınız okulun kapısında kalacak. Serbest kalırsa da “Kadınları sokakta durdururlar” diyorsunuz. Orta yolu yok mu? 
Baş örtüsü meselesi, siyasal İslam’ın iktidarı ele geçirebilmek için kışkırttığı bir şeydir. Yoksa Cumhuriyet rejimi baş örtüsü meselesini başı açıklar lehine halletmişti. Ankara Gazi Lisesi’nde okurken (1961) biyoloji öğretmenimin kapıda başını açıp okula öyle girdiğini ben 1999’da öğrendim. Sonra 12 Eylül’e birlikte, YÖK’ün tahriki geldi. Baş örtüsü sağın bir parçası olarak görüldü. Ama zamanla bu sosyal bir mahiyet kazandı, normal yaşayanlar da örtünür oldu. Yani bu kadar artacağı kestirilemedi. Bugün ise bu işi ayarlayanlar, bu sorunu yine kendi yararlarına sevk ediyorlar. Mesela “tesettürlü kasiyer aranıyor” ilanları vardır. Tabii tam tersini talep edenler de var. Yani bugün gelinen noktada başı açık kadın da kapalı kadın da kaybetti.


Peki, “Kızlar türban sayesinde babaları tarafından okula gönderildiler, bu da belli bir modernizm yarattı” görüşüne katılıyor musunuz? 
Baş örtüsü sorunu şehir merkezlerinde ortaya çıktı, en başta da İstanbul’da. Köyden kente göç etmiş bir babanın önünde iki alternatif vardır; ya erkek arkadaşı tarafından eve bırakılan bir kızı olacaktır ya da başı kapalı ve eve tek başına gelen... Babalar da ikincisini seçti. Kızlar da varsa bir erkek arkadaşı sokağın başında bırakıp eve tek geldi. Yani sorun çözülmedi ama diğer sosyal alanlara karşı belli bir rahatlama sağladı.


Hem estetik olup hem de dindarım diyorlar, bu nasıl Müslümanlık?


“Baş örtüsü meselesini siyasal İslam kışkırttı” dediniz. Siyasal İslam’a karşı mısınız?

Evet çünkü siyasal İslam, İslami değildir. Daha zengin, daha güçlü olmak için başkalarını geride bırakmak isteyen Müslüman olamaz. Bugün Müslüman diye ortaya çıkan insanlar, öyle bir hale geldi ki estetik ameliyat hayatlarının bir parçası oldu. Bu insanlara, “Allah’ın yarattığına niye razı olmuyorsun” dediğinde verecek yanıt bulamadıkları gibi senin üzerine de çıkıyorlar. “Müslüman’ım” diyor ama estetik oluyor. Bundan alâ dinden çıkış olur mu?


AKP sizce siyasal İslam’ın temsilcisi mi? 
Hayır. Zaten bunu Başbakan kendi ağzıyla söylüyor. AKP bu konuda samimi. Ne söylüyorsa, o! Bence ciddiye alınacak bir siyasi varlığı da yok.


Ama yüzde 47 gibi bir oyla iktidarda ve önümüzdeki seçimde de birinci parti olacağı kesin?
Türkiye’de 1960’tan beri manipüle edilmemiş bir seçim olmadı. Bu seçim de bir sondaj. Aylar öncesinden, AKP’ye mahalli seçimlerde birinci parti çıkma garantisi verildi. Ama bu Recep Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığının genel seçimlere kadar devam edeceği manasına gelmiyor. Önümüzdeki seçimde öyle bir ayarlama yapılacak ki, AKP’nin mecliste parçalanmasının kaçınılmaz olduğu bir sürece girilecek. Bu kehanete giriyor ama ne yapayım?


CHP ne yapıyor peki?

Deniz Baykal da bütün gayretiyle ona başbakanlık verecek olan çevrelere “Görüyorsunuz elimden geleni yapmaktan geri durmuyorum” mesajını vermekle meşgul. Olay bu! Bakın, yapısal bir manipülasyon var. Tüm terimler yerine oturtulmuş, trendler şaşmaz şekilde tespit edilmiş, “Aslında öyle değil” dediğin an tasfiye ediliyorsun. Edilemeyecek biriysen de canından oluyorsun. Yoksa, Uğur Mumcu’yu niye öldürsünler? Tasfiye edilemeyecek bir pozisyondaydı. Ona “Sen artık yazma” falan deseler olur muydu?

Buket Aşçı
Vatan Gazetesi-15.03.2009

İSMET ÖZEL YAZILARI -4-

ONLAR SANDIĞI ÖNÜME KOYMADIKÇA BENİ BİR DAHA SANDIK ÖNÜNDE GÖRMEYECEKSİNİZ.
Onlar kimler? Ben kimim? Neler oluyor? Geride bıraktığımız günlerde basında yer alan iki anketin sonuçları “onları” hayrete düşürdü. Onların düştüğü hayret de kat etmekte bulunduğum yoldaki zeminin ne kadar sağlam olduğu hususundan “benim” bir kez daha haberdar olmamı sağladı. Onlar taktıkları at gözlüğü sebebiyle önlerinde tek ve geniş bir yol olduğu inancıyla yürüyorlar; oysa ben yürünecek yol ihtimallerinden sadece birini seçmiş olmanın tedirginliği ile, adımlarımı dikkatle atarak ilerliyorum. Onlar dünya şartlarını “veri” (donnée, muta) sayarak yaşıyorlar ve bu yüzden başlarına gelenleri çekmekle yetinmeyip çektiklerinin başına geçiyorlar. Ben ise yaşanılan her şeyin sayısız “ihtimal” (probabilité, olasılık) arasından gerçekleşen bir tanesi olduğuna, her ne vuku bulmuşsa onun yerini bir başkasının pekâlâ doldurabileceğine ve Allah’a mecburiyet yüklenemeyeceğine inanıyorum. Dolayısıyla “onlar için” tarih bizi boyun eğmek zorunda bırakan büyük dönüm noktalarını kavidir; oysa “benim için” zamanın içindeki her anı tarihin bir büyük dönüm noktası durumuna dönüştürmek mümkün görünür.

Sözünü ettiğim iki anketten birim Conrad Adenauer Enstitüsü Türkiye Cumhuriyeti’nde yaptırmış, diğer anketi Celihar adli şirket İran İslâm Cumhuriyeti’nde yapmış. Anket sonuçlarına göre resmi yaftasında “İslâm” kelimesi bulunan ülkede halkın dindarlık tavrı, resmî politikası laiklik pazarlamaya adanmış ülkedeki halka nazaran çok geride. Onlar İran’da Cuma namazına gidenlerin ancak nüfusun yüzde 12’sini teşkil etmesine mukabil, Türkiye’de nüfusun yüzde 55’inin Cuma namazı kılmasını şaşırtıcı buluyorlar. Bu şaşkınlıkta Türkiye’de uygulamaya sokulan bunca manipülasyonun yabana mı gittiği sorusunun payı var elbet. Bütün hesaplarını İslâmiyet’in nizam verici karakterinin baskın çıktığı bir toplum modeline asla dönülemeyecek bir reformlar dizisinin kökleşeceği beklentisiyle yapanlar her gün bir şaşkınlıktan bir başka şaşkınlığa düşebilir. Halbuki İran ve Türkiye arasında mübayenet gibi görünen şey Müslüman toplumlarda bin yıldır olagelen bir şeydir: Türkiye’de devletin terk ettiğine millet sahip çıkmış, İran’da milletin terk ettiğine devlet sahip çıkmış. Müslüman toplumlardaki dini hassasiyeti bileşik kaplardaki sıvının hareketine benzetmek mümkündür. Hulefa-i Raşidin devrinden zamanımıza kadar uzanan çizgide eğer bir İslâm tarihi doğmuşsa dini hassasiyet adını verdiğimiz dinamizmin toplumu teşkil eden zümreler arasından geçen damarda deveran edişi dolayısıyla doğmuştur. Bu tebeyyün yüzünden İslâm’ın İran’da ne anlama, Türkiye’de ne anlama geldiği ben ve benim gibiler arasında ayrıca tartışılmalıdır. Onların bu işten bir şey anlayacakları yok.

Anket sonuçlarının bir yorumu Türkiye’de resmi makam ve kurumların değil ve fakat milletin kabaca sahip çıktığı bir İslâm anlayışının ağır bastığına işaret ediyor; ama bu İslâm anlayışının aslî karakteri hakkında bir belirginliğe yer verilmemiş. Tasavvufun harmanladığı bir anlayış mı bu? Yoksa bu anlayışın doğrultusu selefi görüşleri etkisiyle mi belirlenmiştir? Doğrusunu isterseniz Türkiye’de milletin içselleştirdiği İslâm anlayışı kendine mahsus biçimini ne tekke ve zaviyelerin bir nefs disipliniyle, ne de İslâm modernistlerinin uyarlanma kurallarıyla kazanmıştır. Türk milleti kendi İslâm anlayışı içinde yeri geldiği, çıkarları uygun düştüğü minval üzere hareket etmiştir. Bakarsınız bir gün dervişane bir davranış örneği gösterir, ertesi gün yaptıklarını değme seleflerin yaptıklarından ayırt edemezsiniz. Siyasettir milletin yaptığı ve nitekim milletin sahip çıktığı İslâm anlayışı ancak siyaset dilinde ifadesini bulabilir.

Bizim milletimiz İslâm tarihinin hesaba katılır bir halkası olmaktan vazgeçmediği bir İslâm anlayışına sahip çıktı ve halen çıkıyor. Gündemini tarih bağlamında bir siyaset oluştursun istiyor. Siyaset sahnesine çıkanlar arasından “tarihi şahsiyet” olma yolunu seçtiğini zannettiklerini destekliyor. Sahiden öyle mi? Öyleyse de ben bunları nereden biliyorum? Sanki “millet” diye müşahhas biri var da, ben onu karşıma alıp konuştum ve sonra dediklerini yazıya döktüm. Oldu mu böyle şey? Olmadı tabii... Olanlar şunlardır: Eğer Modem Türkiye’nin ilk anayasasında “din-i İslâm” devletin varlığı babında benimsenmiş bir kavram olarak zikredilmemiş olsaydı Türk milletinin bir teşkilata mensup ve sahip olduğunu hiç kimse söyleyemeyecekti. Türk milletinin yabancı güçlerin işgaline uğramadığının ispatı esas teşkilatın İslâm güvencesi altında olduğunu göstermekle yapılabilirdi. Osmanlı Devleti’nin çöküş sürecinde Balkanlardan, Kafkasya’dan ve daha nice yöreden Türkiye’ye göç eden insanlar “gâvur içinde kalmaktansa kendi insanları ile birlikte yaşamak” tercihinde bulundular. Bu sadece korunma güdüsünün uzantısı değildi. Göçmenler yeni yerleşim alanlarını ikbal avcılığı saikiyle seçmemişlerdi. Göçmek de göçenlerin statü kaybını önlemeye müteveccih bir siyasetti. Türkiye’de insanla toprağı birbirine sadece inanç, sadece İslâmiyet’le sağlanan mensubiyet idraki bağlıyor. Gaza Beylikleri döneminden bu yana Türkiye topraklarında oturanlarla 93 Harbi, Balkan Harbi, Seferberlik sonrasında Türkiye’ye gelenler sadece İslâm’ın çerçevelediği, belki de etnik ve sair çeşitlilik yüzünden sadece İslâm’ın çerçeveleyebileceği birlik içindeydiler. İnsanla toprak arasındaki İslâm bağını kaldırdığınız zaman her insanın başka bir yere, her toprak parçasının başka bir ele uğraması bin yıla yakın bir zamandır işten bile değildi ve halen işten bile değildir.

14 Mayıs 1950’de bir hükümetin yerini bir başka hükümete seçim sonucu bırakmış oluşu Türk milletinin tarihteki yerini yeniden ele geçirme isteğinin bir belirtisidir ve Cumhuriyet tarihinde tekerrürü henüz vuku bulmamıştır. Yani Türk milletinin önüne seçim sandığı şimdiye kadar sadece bir kere, yukarıda andığım günde konmuştur. 1950’deki, tahminleri aşan seçim sonucu milletin Türkiye’de insanla toprak arasındaki İslâm bağının bekçiliğini devlete kayıtsız şartsız bırakmayacağını yansıtıyordu. Söz konusu bağın bekçiliğine kayıt ve şart getirilmesini isteyen bir milletin varlığı tanınmalıydı. Bu yüzden 1950’nin vurgusu kimlerin iktidara geldiğine değildi; 14 Mayıs seçimlerinde vurgulanan kimlerin iktidardan düştüğüdür.

27 Mayıs 1960 ihtilâli akabinde millet nazarında önem kazanan siyasi roller oldu. Dolayısıyla Türk milletinin dikkati ihtilâlin kimleri yerinden ettiğine değil Türkiye’yi nelerden mahrum bıraktığına çevrildi. 1961 seçimleri, üzerinden daha bir yıl bile geçmemiş ihtilâlin buharlı havasıyla gerçekleşti. Bu “olağanüstü hal” yüzünden Türk milleti tarihteki işlevinden yoksun kalmak istemediğini 1965 seçimlerinde gösterebildi ve TBMM’ne milletvekili sayısı istediği kanunu çıkarmaya yetecek bir iktidar partisi gönderdi. Türk milletinin tarihte bir işlev yüklenmesini kendi güçlerinin korunması için amansız bir tehlike görenler 12 Mart 1971’de TC hükümetine bir “muhtıra” verdiler. Verilen muhtıra sonucu Türkiye’de bir “ara rejim” yaşandı. Ara rejimin elemanları arasında ABD sınırları içindeki meşguliyetlerinden kopup Türkiye’ye celp edilen “bakanlar” vardı. Çok geçmeden bakanlar arasına, her ne hikmetse, muhtırayla devrilen hükümetin bir bakanı da eklendi. Ara rejim iki buçuk yaşına henüz gelmişti ki genel seçimler geldi muktedirlerin kapısına dayandı, Acaba Türk milleti tarihteki yerini alma konusunda hâlâ ısrarlı mıydı? Eğer ısrarlıysa tasmaları dünya sistemi tarafından imal edilmiş bekçileri 1965’te vaki olandan çok daha ağır bir hezimet bekliyor olabilirdi.

Bu korkunç akıbeti önlemek için alınan “tedbir” tehlikeli bir oyundan başka bir şey değildi. 1973 seçimlerinde milletin önüne oy istemek için çıkanlar Türkiye’nin “tarihsel hata”dan arındırılacağı vaadinde bulundular. Yeter ki millet devletten inisiyatif talebinde bulunmasın. Eğer millet kendi haklarına sahip çıkma konusunda inatçılık etmezse Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden beri devlet olarak kıskıvrak bağlanmasına sebep olan beynelmilel kayıt ve şartlardan kendini azade kılmak için milletle barışmayı göze alacaktı. Olayın anlamıyla cereyan tarzı birbirine hiçbir zaman uymadı. Mevzu Türk milletinin tarihteki işlevi idiyse kediye ciğer emanet edilmişti. Beri yandan Türkiye’ye o yıllarda henüz uğramış ulan siyasi tayf bir ürün vermekte gecikmedi. CHP-MSP koalisyonu sayesinde İstiklâl Harbi’nden sonra ilk defa hilal ve salip karşı karşıya geldi. Türk askeri Kıbrıs’a çıktı.

Ne olursa, olsun. Kedi ciğeri yemişti bir kere… Türkiye varlık sebebini unutmuş bir ülke durumuna düşüvermişti. Türk toplumdaki anlayış ölçüleri günden güne bulanıklaşarak tarihteki yerini kazanma konusundan modem mitosların çekiciliğine kapılmaya doğru kaymıştı. Türkiye’de yaşayan insanlar sadece beynelmilel geçerliği olan bir şeyi anlayabilecek kapasitede insanlar haline geldiler. Dikkat edin: “Beynelmilel geçerliği olan” dedim, “beynelmilel değeri olan” demedim. Artık Türkiye devleti ve milletiyle kontrol altında tutulmayı bir nimet sayan açıklanamaz bir olaydır.

Bu yüzden benim merakımı mucip olan önümüzdeki genel seçimlerde geçerli oyların yüzde onunu alamadığı için meclise giremeyen siyasi partilerin “tarihe” karışıp karışmayacaklarıdır. Kaybedenler tarihin kayda değer bulduğu neyi kaybetmiş olacak? Kazananların ne kazandıkları tarihin umurunda olacak mı? Taraflardan birini veya her ikisini birden içine alan bir tarihin, bir siyasi tarihin mevcut olup olmadığını merak ediyorum. Türkiye’deki siyasi partiler birer hükmi şahsiyet olarak tarihte yer verilmeye değer bir ağırlık taşımışlar mıydı? Merakım gerçek şahsiyetler söz konusu olduğunda da canlılığından fazla bir şey kaybetmiyor. Filanca veya falanca kimse seçime sokulmadığı, siyasi hayatına son verildiği taktirde tarihe mi gömülecek? Tarih bunları kendine gömdürür mü? Tarihle bir alıp verecekleri var mı böylesi kimselerin? 1964 yılından günümüze kadar (tam otuz sekiz sene) siyaset sahnesinin en görünen, en parlak ışıklı yerinden hiç eksik olamamış Süleyman Demirel kimdir? Bu zat için siz “tarihi bir şahsiyet” ibaresini kullandığınız taktirde sizi anlatımında isabet kaydeden biri gibi mi karşılarız, yoksa şakacı biri gibi mi? Bir insan Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan için “demokrasi şehidi” dediği zaman bu insanın amacı bir kara mizah örneği vermek midir, yoksa bu insanın patavatsızlık şampiyonasında bir dereceye talip olduğu fikrine mi rağbet edelim?

Türkiye Cumhuriyeti’nde çok partili siyasi hayatın neleri havi olduğunu keşifte zorlanmamızın sebebi tek partili siyasi hayatın muhtevasına vukufumuz bulunduğundan değildir. Çok partili siyasi hayatımızın bânisi, Milli Şefimiz, cumhurbaşkanlığı yaptığı sırada mektep kitaplarının kendisini “İnönü’nde komutan / Tarihte Lozan / Hem bilgin, hem kahraman / İsmet İnönü” diyerek karşıladığı zat için de “tarihi bir şahsiyet” tabirini kullanmak ciddiyetle bağdaşmayacaktır. Çünkü Türk toplumu için bir dönüm noktası tespiti esas alındığında Adnan Menderes’ten esirgediğiniz şeyi İsmet İnönü’ye bağışlarsanız bunun açıkladığı şey sizin tarafgirliğinizden başka bir şey değildir. Tarafgirlik ise aynı bütünlüğün bir parçası kalarak anlaşmak isteyenlerin anlaşılır bir siyaset dili kazanmaları önünde en büyük engel olarak hâlâ durmaktadır. Tarih tarihi şahsiyetlerin namevcudiyetiyle mi yapılıyor sorusunun ettirdiği rüzgâr altında, hiç değilse Mustafa Kemal Atatürk’ün “tarihi bir şahsiyet” oluşu önünde herhangi bir engel bulunmuyor, savını ileri sürenler olacaktır. Eğer “Tarih menakıbdan ibarettir” önermesi kanıtlanabilirse iddia makamına hakkını teslim etmek gerekecek.

Millet olarak nereden nereye gittiğimizin bilinci bizim tarihimizdi. Tarihimiz “bir” millet oluşumuzun tarihiydi. Beni tarihten silme karşılığında hayvanî bir rahatlık teklif edenlerin atmosferine kendi hesabıma ben girmem. Seçimlerde Türk tarihi yok; ben de yokum.
 
Gerçek Hayat / 20 Eylül 2002