Şairler Dergahı
19 Ağustos 2012 Pazar
DÜNYA'ya ÇARPMAK../
Nerede bir cenaze görsem, vaktim müsaitse eğer, hemen cenazenin peşine takılıyor,
namazını kılıyor, hakkımı helâl ediyor, mezarlığa gidiyor,gömülene kadar rahmetlinin
yakınıymış gibi davranıyorum.
Bir cenaze daha. Cenaze arabası önden gitti, yirmi kişi olan bizler, camiye yürüyerek
gittik. Yolda, döviz bürosunun önünden geçerken, neredeyse herkes, başını döviz
bürosunun elektrik panosuna çevirdi ve o ân grup biraz yavaşladı. Ben hemen
önümdeki hacı amcaya çarptım. Aslında hacı amcaya değil ben, dünyaya çarptım../
İbrahim Tenekeci
4 Temmuz 2012 Çarşamba
İSMET ÖZEL YAZILARI -27-
MİLLİ MUTABAKAT MI,MİLLETÇE İNTİBAK MI?
Altmışlı yılların başlarındaki en büyük tartışma Türkiye'nin dış ticaret açığını kapatmak, bütçesini denkleştirmek ve ekonomik hayatını başka ülkelerin gölgesinde sürdürmekten kurtarmak için öncelikle sanayii ürünleri imalatına mı yoksa turizme mi yatırım yapılması gerektiği üzerinde yürütülen tartışmaydı.
Sanayii lehine bir millî mutabakat sağlanmak üzere olduğu (O günlerin basınında yer alan haberlere göre Dünya Bankası cıvata imaline hasredilmek üzere kredi vermeyi reddediyor, lüks bir otelde kullanılmak üzere pahalı porselenlerin ithaline yarayacak krediyi seve seve Türkiye'ye takdim ediyordu.) fark edildiğinden olsa gerek, nasıl olduysa oldu, el çabukluğuyla turizm lehine milletçe intibak sağlanmış gibi bir durumla karşılaşıldı. Bu durumu husule getiren kimdi? Parmakla gösterilir gibi değil. Aradan kırk yıl geçti. Sonuçta Türkiye'nin dış ödemeler dengesine ağırlıklı olarak tesir eden meşru (!) kalemler ikiye indirgendi: Tekstil ve turizm. Bu iki kalem hem işleyiş süreçleri ve hem de etki uyandırma potansiyeli itibariyle tamamen dışardan, Türkiye'nin dışından kontrol edilebilir özellikteydi.
Geçmişte ne olmuşsa olmuş. Hepsi geride kaldı. Bu cümleleri sarf etmekte serbestsiniz. Ne var ki hiç olmazsa bugünden söz ederken kelimeleri, ifadeleri, ibareleri yerli yerince kullanmaya gayret gösterin. Geçmişi tamir etmek diye bir şey yok; ama ebeliğiyle görevli olunan bir doğumda çocuğun sakat doğmasına meydan vermeme sorumluluğu diye bir şey var. Kemal Derviş hitama erdirmek istediği işlerin yoluna girmesi için millî mutabakat gerektiğini söylüyor.
Kelime seçiminde ciddi bir hata yapıldığı kanaatindeyim. Kemal Derviş ve onun görevini başarıyla sona erdirmesini arzulayan herkes iktisadi tedbirlerin toplum yararına sonuç vermesi hususuna milletçe intibak etmemizi istiyorlar. Milletçe intibak vakıasına itiraz etmeyebiliriz; ama "millî mutabakat" hem maddesi, hem mânâsı büyük bir iş. Onu tarihimizde sadece bir kez, İstiklâl Harbi sırasında yaptık. İstiklâl Marşı erdiğimiz mutabakatın senedi olarak bugünlere kalmıştır. Nelerde mutabakat sağlandığı o metne bakılarak anlaşılabilir.
İstiklâl harbimizin öncesinde ve sonrasında millî mutabakat sağlamadığımız halde milletçe intibak ettiğimiz çok sayıda, yığınlarca iş var. Sözgelimi kısa bir süre sonra internete milletçe intibak ettiğimiz zaman bu alanda bir milli mutabakat hasıl olduğunu söyleyenler abesle iştigal etmiş sayılacaklar.
Kemal Derviş tam da bir Dünya Bankası yetkilisinin ağzına yakışan dille Brezilya'nın millî mutabakat sayesinde krizden sağ salim (?) çıktığını ve Endonezya'nın millî mutabakat sağlayamamak yüzünden hâlâ bocaladığını söylüyor. Daha sağlıklı ve aklı selime uygun ifade şöyle olabilirdi: Brezilya'nın kültürel yapısı milletçe dünya sisteminin isterlerine intibakı sağlamaya elverişlidir; Endonezya ise dünya sisteminin isterlerine milletçe intibak temin etmeye elverişli bir kültür donanımına sahip değildir.
Yeni Şafak
3 Nisan 2001
İSMET ÖZEL YAZILARI -26-
BAŞINII ÖRTEN KIZLAR FELSEFE BİLMELİDİR
Hükümranlığı altında bulunduğumuz medeniyet çerçevesinde erkekler günlük hayatlarını sürdürmekte iken Müslüman kimliklerini dışa vurmak mecburiyeti altında kalmıyorlar. Buna mukabil muasır medeniyet yapısına kadınları ve kızları ancak Müslüman kimliklerini dışa vurmadıkları taktirde dahil edebileceği şartını koşuyor.
Demek ki medeniyetin hayat sahasında cereyan eden faaliyetlere intibak edip etmemek ilk ve görünür planda erkeklere değil, kadınlara mahsus bir meseledir. Müslüman kimliğin dışa vurulmasıyla medenî hayatın hakkıyla yaşanması arasında nizâ var. Nizâcılık edenleri teşhis etme durumunda kaldığımız zaman karşımızda önce bütün kurumlarıyla tam kadro çalışan "medeniyet"i ve sonra medeniyetin bünyesinde yer almak isteyip de başını örtmekten vazgeçmeye yanaşmayan kadın ve kızları buluyoruz.
Başörtüsü Müslüman kimliği dışa vurmanın yegâne belirtisi olarak kaldığı sürece tesettüre riayet eden kız ve kadınların hikmet sevgisine ihtiyaçları vardır. Açıkçası, başını örten kızlar felsefe bilmelidir. Aksi taktirde iç huzuru nedir hiç bilmeyeceklerdir. Felsefe bilmedikleri sürece kendileri huzursuz oldukları gibi, temas kurdukları ortamlarda da huzursuzluk çıkaracaklardır. Felsefe bildikleri taktirde başını örten kadın ve kızların bildikleri felsefenin ne olduğu bir ilgi odağı haline gelecektir.
Onların bildiği felsefe yüzünden medeniyetin akış istikameti yeniden bir değerlendirmeye tâbi tutulacak ve başörtüsünün kendine biçtiği yeri hak edip etmediği tartışılacaktır. Bu münasebetle şimdiye kadar erkeklerin Müslüman kimliklerini dışa vurmaksızın muasır medeniyete dahil edilmelerinin hikmeti de anlaşılacak.
Başını örten kızlar ve kadınlar gönüllerinde hikmet sevgisine yer vermeden, zihinlerini felsefeyle meşgul etmeden yaşasalar daha iyi olmaz mı? Bu soruya cevap verebilmemiz "iyi"den ne anladığımız açıklandığı zaman mümkün olabilir. Yine de felsefe bilmeden başını örtmeye müsait toplum alanları bulunduğunu biliyoruz. Eğer bazı kızların ve kadınların başlarını örtüyor olmalarının sebebi babalarından, ağabeylerinden, nişanlılarından, kocalarından aferin almaktan ibaretse veya tam tersine kızlar ve kadınlar babalarının, ağabeylerinin, nişanlılarının, kocalarının gözünü boyamak için başlarını örtüyorlarsa bunların hiçbirinin felsefeye bulaşmasına gerek yoktur. Bu durumda diyeceğiz ki muasır medeniyet kıskaca aldığı erkeklerin sevk ve idaresinde başını örten kızlardan ve kadınlardan destek görmektedir.
Eğer başını örten kadın ve kızlara toplum içindeki işlevlerini başörtüsü takmaksızın yerine getiren kadınların davranış kalıpları örneklik ediyorsa felsefeyi yine araya sokmanın bir âlemi yok. Çünkü bu durumda başörtüsü ile Müslüman kimliğin dışa vurulması arasındaki irtibat kaybolmuştur. Zihni başını örtmenin hikmetiyle meşgul olmayan bir kadının veya bir kızın gönlünde hikmet sevgisinin yeşermesine de ihtiyaç kalmamıştır.
Yeni Şafak
5 Ocak 2001
İSMET ÖZEL YAZILARI -25-
BİZDEN KORKANLAR SİZİ SEVİYOR
Sosyalistler, Türkçüler ve İslâmcılar hay huy içinde geçen son kırk yıl süresince güçlü bir "biz" sahibi olamadı. Bir gelişmeye talip olarak yürüyüşe geçtikleri zamanlarda önlerine çıkan her mania onları onarılamayacak derecede parçaladı. Kariyerizm illeti ideologi ortaklığını görünmez hale getirdi.
Yalnızca öbekler oluşturmak suretiyle parçalanmadılar, aynı zamanda her kafa bir baş olma iddiası taşıdı ve bildiğini okudu. Bildiği neydi acaba? Geçen kırk yıl boyunca ideologi takipçileri düşüncenin ve düşünmenin kendilerine muhtemel katkısını küçümsedikleri kadar hiçbir şeyi küçümsemediler.
Düşünce merkeze alınmadığı için düşüncenin muhiti de doğmadı. Sosyalistler, Türkçüler ve İslâmcılar vurgulandığı zaman kendi üstünlüklerini hissettirecek bir "biz" alanına işaret edemediler. Çünkü kendi aralarında her şeyin bir yeri olduğunu tespit eden bağı kuramamışlardı. Her şeye bir yer temin edilemeyince herhangi bir şeyin de kendi yerinde bulunması imkânsızdı.
Sosyalistler, Türkçüler ve İslâmcılar son kırk yılda çok farklı sebeplerle bile olsa fincancı katırlarını ürküttü ve bunun sonucu olarak ölçüleri birbirinden çok farklı olsa bile her ideologi sahibi sopalandı. Sopa yemeyenler olduysa, onlar fincancıya alenen veya gizlice kendisinin fincancının karşısında yer alan tarafa mensup olmadığını beyan edenlerdi. Hasılı kelâm, Türkiye'nin toplum yapısının adı konulmuş bir şekle girerek düzeleceğine inanan kim varsa kendilerine sopa korkusundan "biz" diyemez oldular.
Demek isteselerdi zaten öne sürecekleri bir "biz" elde edememişlerdi. Bütün bir kampa mahsus bu başarısızlık hem sosyalistlerin, hem Türkçülerin ve hem de İslâmcıların fazladan birer maske edinmesini kolaylaştırdı. Mazeretleri şuydu: "Sopa yemekten korktuğumuz için değil; dile getirmeye müsait bir "biz" olmadığı için bizden bahsetmiyoruz." İleri sürdükleri akıllara sezâ bu gerekçe bir yandan düşük bir ahlâkı, diğer yandan düşük bir statüyü belgeliyordu. Çünkü bir türlü punduna getirip biz diyemeyenler fincancı tarafından kendilerine siz denilmesinden mazoşist bir zevk alıyorlardı.
Eğer bu saatten sonra biri kalkıp sosyalistlere, Türkçülere ve İslâmcılara onları istiskâl edercesine "siz" derse hiçbir sosyalist, Türkçü veya İslâmcı bu hitap tarzına itiraz etmiyor ve belli etmese bile bundan memnuniyet duyuyor. Bu memnuniyetin birinci sebebi insanların hiç statüsüz kalmaktansa düşük statüye razı olmak eğilimidir.
Yani insanlar hiç bilinmemektense kötü bilinmeyi tercih ederler. Kırk yılı geride bıraktıktan sonra kalıntı sosyalistlerin, kalıntı Türkçülerin ve kalıntı İslâmcıların "biz"den korktukları halde "siz"i sevmelerinin benimsedikleri ahlâkı ifşa eden ikinci ve asıl sebebi Türklere mahsus gündelik hayatın akışı sırasında kamu gözünde bir kampa ait olunduğunun farz edilmesiyle birlikte hâlâ istifadeye mazhar bir şeyler kaldıysa onu kaçırmamak, avantadan mahrum kalmamak endişesidir.
Yeni Şafak19 Ocak 2001
İSMET ÖZEL YAZILARI -24-
ŞİİR BAŞKALDIRANLARIN,BASKIYA,ZORBALIĞA KARŞI KOYANLARIN SESİDİR
Başlangıcından beri şiir başkaldıranların, baskıya, zorbalığa karşı koyanların sesidir. Haksızlığa uğrayanların bir haykırışıdır şiir. Bu yargılara iki yönden itiraz gelebilir.
Önce şiir okuyucularının, şiiri önemli sayanların sayıca hep az oldukları, küçük azınlık teşkil ettikleri, oysa haksızlığa uğrayanların şiirle içli-dışlı olanlara kıyaslanamayacak kadar çok sayıda olduğu öne sürülerek baskıya karşı koyanların sesi olma vasfının şiire ancak temsili mahiyette yakıştırılabileceği söylenebilir.
Hâlbuki bu düşünceler yanlıştır. Bir kere haksızlığa uğrayanlar çok sayıda değil, az sayıdadır. İnsanların çoğu görünüşte kendi karşılarında yer alanlarla işbirliği halindedirler. Kaldı ki insanların çoğu uğradıkları neyse ona “müstehak”tırlar. Doğru karşısında duyarlı olan, haklı olanın yerine getirilmesi için titizlik gösteren insanlar her zaman azınlıktadır. İnsanlar arasında üstün bazı değerlerin, bazı güzelliklerin, ortalama duyguların üstündeki bazı tatların peşinde olanlar aramakla bulunacak kadar azdır. Baskıya, zorbalığa karşı koymak bu az sayıdaki insanların işi olsa gerek. Doğrusu bu başkaldıranlar şiirin gerektirdiği içtenliğe ulaşabilirler.
Şiirin başkaldıranların sesi olduğu yargısına bir başka itiraz da şiirin sunduğu gerçeklikle yeryüzünde yürürlükte olan gerçeklik arasında bir mesafe bulunabileceği, daha açıkçası insanın pek “ince” yanına seslenen bu sanatın dünyanın “katı” zorluklarıyla baş edemeyeceği, başkaldırı yükünün şiirin omuzlarına çok ağır geleceği biçiminde sunulabilir. Bu itiraza cevap verirken şiirin bizatihi bir “kılıç” olmadığı hususunu hatırlatmak isterim. Şiirin yapısı zaten bir eylem kılavuzu olmasına engeldir, eğer başkaldıranların sesi olmak bir hareketin sözcülüğünü üstlenmekse o hareketin niçin böylesine “dilsiz” bir sözü seçtiğine şaşılabilir.
Şiir başkaldıranların, haksızlığa uğrayanların sesidir, evet; çünkü şiir çoğunluğun kabullerindeki hapishaneyi, herkesin rahatlık duyduğu değerlerdeki işkence aletini görebilme ayrıcalığına sahip insanların yakınlık duydukları bir etkinliktir. Şiir okumak bu büyük hapishanedeki kardeşlerin birbirlerinden haberleri olmalarına, işkenceye birlikte direnmelerine yarar.
Şiir, kuralların kişiliksiz yapısını yıkmak isteyenlerin, her zaman bir tazelik olma imkânını arayanların, taze kalabilenlerin bölgesinde tutunmakta ısrar edenlerin sesidir. Yaşayan olmak, somut yaşama alanında kalmak, zorbaca benimsetilmek istenen kuralların dışında olmak demektir.
Standart ölçülerin benimsenmesi, şiire düşman olmak, soyutlamaların yok edici bölgesinde erimek demektir. İçinde bulunduğu durumu zihnen doğrulamaktan başka çıkar yol bulamayan insan, yani bütün imkânın yaşanmakta olandan ibaret olduğunu kabul eden ve bu kabulü “tarihin akışı”, “objektif koşullar”, “insanlık ideali”, “tanrısal ilke” gibi soyut, baskıcı kavramlarla haklılaştırmak isteyen insan, yeryüzündeki bütün pislikleri üzerine almaya hazırlanmış, bütün zorbalarla işbirliğine önceden razı olmuştur. Şiir ise peşin soyutlamaların uğruna somut hakikatleri feda etmez.
(Şiir Okuma Kılavuzu’ndan)
İSMET ÖZEL YAZILARI -23-
BİR MODA GELİR BİR MODA GİDER
Yalnızca giyim kuşamın değil aynı zamanda davranış ve düşüncelerin de modası vardır. Ne ki kolayca değiştirilebilir onun modası kısa sürer. Elbise modasının altı ayda bir değişmesinin ve buna mukabil insan huylarının hiçbir modaya tâbi olmayışının sırrı buradadır. Huylarımız değişmediği halde düşünce ve davranışlarımızı modaya uydurabiliriz. Ne var ki şimdilerde düşünce ve davranış modası bakımından büyük bir sıkıntı yaşanıyor.
Yirmi birinci yüzyıla yani Hıristiyan çağının üçüncü milenyumuna girilirken düşünce ve davranış bakımından herhangi bir baskın moda eğiliminden bahsetmek mümkün değil. Daha doğrusu, kafası olan herkesin kafasına göre “takılması” moda. Kafasızlar da her kafalıdan birinin modasına uyacak. Zaman bu zaman.
Biz Türkler modasızlık çağına iki düşünce ve davranış modasını eskitmiş olarak giriyoruz: Sosyalizm (1960-1980) ve İslâmiyet (1980-2000). Birbirini takip eden yirmişer yıllık iki moda Türk toplumunu meşgul etti. Sosyalizm ve İslâmiyet gibi tarihte kökleri ve temelleri yer kaplayan insan yaklaşımlarına “moda” vasfı yakıştırmak uygun mudur? Elbette değildir. Ne sosyalizm, ne de İslâmiyet insan için heva vü heves konusu olacak uğraşı alanları açmaktadır.
Bunlar insanın sınırlı bir zaman dilimi içinde toplum tarafından yadırganmayı önlemek için üstüne iliştirip sonra onu başka düşünce ve davranışlarla ikame edebildiği yaklaşımlar değildir. Sosyalizm ve İslâmiyet bünyelerinde moda haline gelmeye müsait vasıflar barındırmaz. Fakat Türkler her şeyi, sosyalizmi ve İslâmiyet’i bile moda şekline sokacak derecede ayran gönüllüdür. Türkler “âlemle gelen düğün bayram” dedikleri için sadece modaya kapılmakta geç kalmaktan korkarlar. Düşünce ve davranışlar bakımından Türkiye’de hep “heyelân” olur.
Türklerin sosyalizmi ve İslâmiyet’i moda durumunda kavradıklarını nereden anlıyoruz? Gerek düşünce ve gerekse davranış itibariyle Türk toplumu katında sosyalizme ve İslâmiyet’e dayanma noktası sağlayabilecek hiçbir büyük isim çıkarmayışlarından. Türkiye’de 1960-1980 yılları arasında sosyalist iddialarla öne fırlayanlar aralarından bir Plehanov, bir Gramsci çıkarmak şöyle dursun sosyalizmi birinci elden öğrenme gayreti bile göstermediler.
Öyle ki okuduklarına, yaptıklarına bakıldığı zaman sanki onlara bi modaya uyma başarısından fazlası gerekmiyordu. Karşısında olmaları gerekenlerin maşası olduklarını ya bilmek istemediler veya bilmeyecek kadar zavallıydılar. İslâmiyet’i moda durumunda kavrayanların vaziyeti sosyalistlerinkinden daha içler acısıydı. Çünkü bunların zihin kapasiteleri nedense bir namaz hocası risalesini aşabilecek seviyeye yükselmemişti.
Onları aralarından hangisi olursa, bir İbn Rüşt, bir Gazzali çıkarmadıkları suçlamasına muhatap kılmak saçma olur. Sadece İslâmiyet’in kökleri ve temelleri konusunda düşünmeye ve bilgilenmeye açık bulunmaları yeterdi. Oysa aşkınlığa varan her zihin faaliyeti onlarda namaz hocası zihniyetini kaybetme korkusu uyandırdı. Moda olarak İslâmiyet’in yandaşları namaz hocasındaki içkinliğe de talip değildi. Eğer olsalardı namaz hocası bilgilerine sadakat gösterir ve baskın hayat tarzı yerine namaz hocasıyla uyumlu bir yaşama biçimi elde etmeye dönük bir ömür sürerlerdi.
Millî Gazete / 15.1.2001
Yirmi birinci yüzyıla yani Hıristiyan çağının üçüncü milenyumuna girilirken düşünce ve davranış bakımından herhangi bir baskın moda eğiliminden bahsetmek mümkün değil. Daha doğrusu, kafası olan herkesin kafasına göre “takılması” moda. Kafasızlar da her kafalıdan birinin modasına uyacak. Zaman bu zaman.
Biz Türkler modasızlık çağına iki düşünce ve davranış modasını eskitmiş olarak giriyoruz: Sosyalizm (1960-1980) ve İslâmiyet (1980-2000). Birbirini takip eden yirmişer yıllık iki moda Türk toplumunu meşgul etti. Sosyalizm ve İslâmiyet gibi tarihte kökleri ve temelleri yer kaplayan insan yaklaşımlarına “moda” vasfı yakıştırmak uygun mudur? Elbette değildir. Ne sosyalizm, ne de İslâmiyet insan için heva vü heves konusu olacak uğraşı alanları açmaktadır.
Bunlar insanın sınırlı bir zaman dilimi içinde toplum tarafından yadırganmayı önlemek için üstüne iliştirip sonra onu başka düşünce ve davranışlarla ikame edebildiği yaklaşımlar değildir. Sosyalizm ve İslâmiyet bünyelerinde moda haline gelmeye müsait vasıflar barındırmaz. Fakat Türkler her şeyi, sosyalizmi ve İslâmiyet’i bile moda şekline sokacak derecede ayran gönüllüdür. Türkler “âlemle gelen düğün bayram” dedikleri için sadece modaya kapılmakta geç kalmaktan korkarlar. Düşünce ve davranışlar bakımından Türkiye’de hep “heyelân” olur.
Türklerin sosyalizmi ve İslâmiyet’i moda durumunda kavradıklarını nereden anlıyoruz? Gerek düşünce ve gerekse davranış itibariyle Türk toplumu katında sosyalizme ve İslâmiyet’e dayanma noktası sağlayabilecek hiçbir büyük isim çıkarmayışlarından. Türkiye’de 1960-1980 yılları arasında sosyalist iddialarla öne fırlayanlar aralarından bir Plehanov, bir Gramsci çıkarmak şöyle dursun sosyalizmi birinci elden öğrenme gayreti bile göstermediler.
Öyle ki okuduklarına, yaptıklarına bakıldığı zaman sanki onlara bi modaya uyma başarısından fazlası gerekmiyordu. Karşısında olmaları gerekenlerin maşası olduklarını ya bilmek istemediler veya bilmeyecek kadar zavallıydılar. İslâmiyet’i moda durumunda kavrayanların vaziyeti sosyalistlerinkinden daha içler acısıydı. Çünkü bunların zihin kapasiteleri nedense bir namaz hocası risalesini aşabilecek seviyeye yükselmemişti.
Onları aralarından hangisi olursa, bir İbn Rüşt, bir Gazzali çıkarmadıkları suçlamasına muhatap kılmak saçma olur. Sadece İslâmiyet’in kökleri ve temelleri konusunda düşünmeye ve bilgilenmeye açık bulunmaları yeterdi. Oysa aşkınlığa varan her zihin faaliyeti onlarda namaz hocası zihniyetini kaybetme korkusu uyandırdı. Moda olarak İslâmiyet’in yandaşları namaz hocasındaki içkinliğe de talip değildi. Eğer olsalardı namaz hocası bilgilerine sadakat gösterir ve baskın hayat tarzı yerine namaz hocasıyla uyumlu bir yaşama biçimi elde etmeye dönük bir ömür sürerlerdi.
İSMET ÖZEL YAZILARI -22-
UYKUNUZU GETİRMEK İÇİN
Franz Schubert "İnsanlar bestelerimden zevk alıyor; halbuki onlarda benim sadece acılarım var" demiş.
Bence Schubert de boş konuşmuş. İşittiğime göre Schubert'in Opus 163 Son Beşlisi Wittgenstein'in en sevdiği esermiş. Demek ki sanatçıyı besleyen kaynağa uzanma gayretini gösteren nasıl olsa bir gün bulunur.
Bu gibileri savaşı önleme ukalâlığına heves etmez. Gidip savaşırlar. Nitekim Cihan Harbi ilân edilince "Savaş hayatımı kurtardı" demiş Wittgenstein, "savaş çıkmasaydı ne yapacağımı bilmiyordum". Derhal Cambridge'i terk edip topçu subayı olarak Avusturya-Macaristan ordusuna gönüllü yazılmış. Bir topçu subayı olarak çok parlak atışlar yapmış. İtalyanlar tarafından esir alındığında sırt torbasında "Tractatus"un müsveddeleri varmış.
* * *
Son günlerde dilime takılan şarkılardan biri sûzinâk makamında. Bestecisi Hafız Yusuf Efendi hakkında hiçbir bilgim yok. Başvurduğum "Güfteler" kitabı güftenin Tevfik Fikret Bey'e ait olduğunu söylüyor. Ünlü şair Tevfik Fikret'in bir şarkı sözüyle mi karşı karşıya kaldım? Bunu araştırma imkânı elime geçmedi. Aşağıdaki sözleri bildiğimiz Tevfik Fikret yazdıysa şarkının günümüz şartlarında beni neden etkilediğini, giderek beni vurduğunu kendime açıklamam daha kolay: "Neş'eyâb etmekte hüzn-ü kalb-i nâşâdım seni / Sen benim gerçek adüvv-ü kalb-i nâşadım mısın? / Mâil-i hâb eyliyor dil sûz-i feryadım seni / Söyle Allah aşkına mahzûz-u feryâdım mısın?"
Nazmı nesre çevirme cürmünü işleyelim ve bu şarkı sözünün aşağıdaki anlamı taşıdığını varsayalım: "Kederli kalbimin hüznü seni keyiflendiriyor /Sen benim kederli kalbimin gerçek düşmanı mısın? / Yürek yakıcı haykırışım senin uykunu getiriyor /Söyle Allah aşkına haz mı alıyorsun ben acıyla bağırınca?" Bu sözlerde sevdiği tarafından anlaşılmamış bir âşığın şikâyetini bulma eğilimini isabetli saymıyorum. Duyarsız, duyarsızlığıyla eziyet veren bir sevgili muhatap alınarak yazılmış değildir bu sözler. Bana kalırsa Tevfik Fikret şiirleriyle yapamadığı, taşıdığı edebiyat endişelerinin getirdiği kayıtlar yüzünden yapma usûlünü bir türlü bulamadığı bir şeyi şarkı sözünün nispî rahatlığı içinde yapmayı deniyor.
Onun burada kendine muhatap kabul ettiği eşhas ona şiir yazma, genel olarak "yazma" ihtiyacı hissettiren kaynağı hiç hesaba katmayanlardır. Yazdıklarını gerek alkışlayan ve gerekse yuhalayanların tepkileri şairin, yazarın, düşünürün kendini çok uzak hissettiği bir alanda oluşuyor. Bu yüzdendir ki onları, yazdıklarını kaynağından çok uzak bir alanda değerlendirenleri "mâil-i hâb" sayıyor. Diyor ki: Olan biten karşısında sizin zil takıp oynamanız da, dizlerinizi dövüp ağlamanız da fayda vermez. Bunların her ikisi de benim feryâdımın kaynağını fark edememiş olmaktan doğan birer uyku halidir. Yazdıklarım endişelerinizi yatıştırmak, endişelerinizi gidermek için değil; onları uyanık tutmak ve belki de artırmak içindir. Ama ne çare!
Derin endişeler taşıyıp da bunları nakletme yetersizliğinden yakınan Tevfik Fikret'in yaklaşımını paylaşanlar eksik değil. İkinci Dünya Savaşı patlak verince Elias Canetti "Ne kadar kötü bir romancı olduğumu şimdi anladım" diyesiymiş. Boş bir söz. Canetti'nin yazar olarak çapı savaşın çıkmasını imkânsız kılacak kadar büyük olabilir miydi?
Franz Schubert "İnsanlar bestelerimden zevk alıyor; halbuki onlarda benim sadece acılarım var" demiş.
Bence Schubert de boş konuşmuş. İşittiğime göre Schubert'in Opus 163 Son Beşlisi Wittgenstein'in en sevdiği esermiş. Demek ki sanatçıyı besleyen kaynağa uzanma gayretini gösteren nasıl olsa bir gün bulunur. Bu gibileri savaşı önleme ukalâlığına heves etmez. Gidip savaşırlar. Nitekim Cihan Harbi ilân edilince "Savaş hayatımı kurtardı" demiş Wittgenstein, "savaş çıkmasaydı ne yapacağımı bilmiyordum". Derhal Cambridge'i terk edip topçu subayı olarak Avusturya-Macaristan ordusuna gönüllü yazılmış. Bir topçu subayı olarak çok parlak atışlar yapmış. İtalyanlar tarafından esir alındığında sırt torbasında "Tractatus"un müsveddeleri varmış.
Yenişafak
12 Kasım 1999 Cuma
Bence Schubert de boş konuşmuş. İşittiğime göre Schubert'in Opus 163 Son Beşlisi Wittgenstein'in en sevdiği esermiş. Demek ki sanatçıyı besleyen kaynağa uzanma gayretini gösteren nasıl olsa bir gün bulunur.
Bu gibileri savaşı önleme ukalâlığına heves etmez. Gidip savaşırlar. Nitekim Cihan Harbi ilân edilince "Savaş hayatımı kurtardı" demiş Wittgenstein, "savaş çıkmasaydı ne yapacağımı bilmiyordum". Derhal Cambridge'i terk edip topçu subayı olarak Avusturya-Macaristan ordusuna gönüllü yazılmış. Bir topçu subayı olarak çok parlak atışlar yapmış. İtalyanlar tarafından esir alındığında sırt torbasında "Tractatus"un müsveddeleri varmış.
Son günlerde dilime takılan şarkılardan biri sûzinâk makamında. Bestecisi Hafız Yusuf Efendi hakkında hiçbir bilgim yok. Başvurduğum "Güfteler" kitabı güftenin Tevfik Fikret Bey'e ait olduğunu söylüyor. Ünlü şair Tevfik Fikret'in bir şarkı sözüyle mi karşı karşıya kaldım? Bunu araştırma imkânı elime geçmedi. Aşağıdaki sözleri bildiğimiz Tevfik Fikret yazdıysa şarkının günümüz şartlarında beni neden etkilediğini, giderek beni vurduğunu kendime açıklamam daha kolay: "Neş'eyâb etmekte hüzn-ü kalb-i nâşâdım seni / Sen benim gerçek adüvv-ü kalb-i nâşadım mısın? / Mâil-i hâb eyliyor dil sûz-i feryadım seni / Söyle Allah aşkına mahzûz-u feryâdım mısın?"
Nazmı nesre çevirme cürmünü işleyelim ve bu şarkı sözünün aşağıdaki anlamı taşıdığını varsayalım: "Kederli kalbimin hüznü seni keyiflendiriyor /Sen benim kederli kalbimin gerçek düşmanı mısın? / Yürek yakıcı haykırışım senin uykunu getiriyor /Söyle Allah aşkına haz mı alıyorsun ben acıyla bağırınca?" Bu sözlerde sevdiği tarafından anlaşılmamış bir âşığın şikâyetini bulma eğilimini isabetli saymıyorum. Duyarsız, duyarsızlığıyla eziyet veren bir sevgili muhatap alınarak yazılmış değildir bu sözler. Bana kalırsa Tevfik Fikret şiirleriyle yapamadığı, taşıdığı edebiyat endişelerinin getirdiği kayıtlar yüzünden yapma usûlünü bir türlü bulamadığı bir şeyi şarkı sözünün nispî rahatlığı içinde yapmayı deniyor.
Onun burada kendine muhatap kabul ettiği eşhas ona şiir yazma, genel olarak "yazma" ihtiyacı hissettiren kaynağı hiç hesaba katmayanlardır. Yazdıklarını gerek alkışlayan ve gerekse yuhalayanların tepkileri şairin, yazarın, düşünürün kendini çok uzak hissettiği bir alanda oluşuyor. Bu yüzdendir ki onları, yazdıklarını kaynağından çok uzak bir alanda değerlendirenleri "mâil-i hâb" sayıyor. Diyor ki: Olan biten karşısında sizin zil takıp oynamanız da, dizlerinizi dövüp ağlamanız da fayda vermez. Bunların her ikisi de benim feryâdımın kaynağını fark edememiş olmaktan doğan birer uyku halidir. Yazdıklarım endişelerinizi yatıştırmak, endişelerinizi gidermek için değil; onları uyanık tutmak ve belki de artırmak içindir. Ama ne çare!
Derin endişeler taşıyıp da bunları nakletme yetersizliğinden yakınan Tevfik Fikret'in yaklaşımını paylaşanlar eksik değil. İkinci Dünya Savaşı patlak verince Elias Canetti "Ne kadar kötü bir romancı olduğumu şimdi anladım" diyesiymiş. Boş bir söz. Canetti'nin yazar olarak çapı savaşın çıkmasını imkânsız kılacak kadar büyük olabilir miydi?
Bence Schubert de boş konuşmuş. İşittiğime göre Schubert'in Opus 163 Son Beşlisi Wittgenstein'in en sevdiği esermiş. Demek ki sanatçıyı besleyen kaynağa uzanma gayretini gösteren nasıl olsa bir gün bulunur. Bu gibileri savaşı önleme ukalâlığına heves etmez. Gidip savaşırlar. Nitekim Cihan Harbi ilân edilince "Savaş hayatımı kurtardı" demiş Wittgenstein, "savaş çıkmasaydı ne yapacağımı bilmiyordum". Derhal Cambridge'i terk edip topçu subayı olarak Avusturya-Macaristan ordusuna gönüllü yazılmış. Bir topçu subayı olarak çok parlak atışlar yapmış. İtalyanlar tarafından esir alındığında sırt torbasında "Tractatus"un müsveddeleri varmış.
Yenişafak
12 Kasım 1999 Cuma
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)